8211
yine, bir itirafın başı burası. aslında, sözlükten ziyade kendime itiraf, bu tarz yazılarım. olan bitenle yüzleşmenin en iyi yolu, tekrar gözden geçirip, üzerine kafa yormak gibi geliyor. olan her şeyi kabullenmeden, gelecek adımlar atılmıyor gibi geliyor. son 6 ayımdan bahsedeceğim ben de. düştüğüm anormal tembel ve hüzünlü panda modunun birkaç sebebi de, yine bu son 6 ay içerisinde zaten. "he aq bebesi, ok" deyip geçmek isteyene saygım sonsuz. kimse, kimsenin problemlerini bilmek ya da kimsenin problemleriyle ilgilenmek zorunda değil. bunu da istemiyorum zaten kimseden. zaten herkesin kendine göre, kendinden büyük yükleri varken, bir yük de ben olamam, öyle değil mi? yazının uzun olma ihtimali biraz yüksek açıkçası, o yüzden çok uzatmadan mevzulara girmek istiyorum. olabildiğince özet geçeceğim. hem kendimi, hem de (eğer bir çılgınlık yapıp okuyan biri olursa tabii) okuyacak olan kişiyi boğmak istemem. tam olarak 6 ay öncesinden başlamayacağım açıkçası, tam bir tarih vermeyeceğim. aklıma takılı kalanlardan ilerleyeceğim öylece. henüz yüzleşmediğim veya yüzleşmemin bitmemiş olduğu kısımlarla yüzleşeceğim.
öncelikle, yaz zamanlarıydı. 8-9 ay civarında peşimden koşmuş olan sevdiceğim, her zamanki gibi yine işkence peşindeydi. koca bir yaz, tek kelime bile etmemişti. gitmeden önce ayrılmamıştı da. merak ediyordum, istemsiz, ne yapayım? günlerim hafif hafif boklaşıyordu gözümün önüne geldikçe o. hoş, gözümün önünden de gitmiyordu ki. sürekli koynuma sokuşturduğum ve öpüp kokladığım, onun bana hediyesi olan ucuz barış simgesi bir kolyeden bahsediyorum. bana yakışmıyor hiçbir şey aslında. öyle, güzel bir tipim yok. görsen, "bu çocuk doğmamış, sıçılmış" gibi bir yorum yaparsın. o derece. kabullendim bu durumu tabii, artık şikayetçi değilim çirkinliğimden. ama hoşnut da değilim. neyse, konu zaten bu değil. bana yakışmadığını bile bile sürekli boynumdaydı o kolye. hediyeydi çünkü. ben ona gücümün o anlık o kadarına yetmiş olduğu gümüş bir melek kolyesi hediye etmiştim. o da bana boynundan çıkardığı kolyesini vermişti. kolyenin ipinde onu kokluyordum hep. işaret ve baş parmağımla ipini usul usul okşarken, onun tenine dokunuyormuş gibi hissediyordum. kolyeyi avuçlarımın içine alıp yanağıma yasladığımda ona sarılıyormuşum gibi geliyordu. ne bileyim... sanki hep yanımdaydı o kolye sayesinde. en azından, ben öyle hissediyordum. peki, o beni hissediyor muydu? bunun cevabını hala bilmiyorum sözlük.
o esnada, almanya'ya gelme hazırlıkları peşindeydim. işte, vizeyi almak mevzusu vesaire. standart şeyler. fakat, burada da hep sorun çıktı. almanya'dan okuluma gelmesi gereken posta nedense geldiği gibi kaybolmuştu. sonra tekrar isteme mevzuları falan, ufak tefek can sıkıcı olaylar oluyordu yani. ben küçükken, annemler kesin dönüş yapacaklarını herkese söylediklerinde, ben, "bir daha geleceğim ben buraya!" demiştim. en az annem kadar üzerimde emeği olan bahriye yengem de, "amanın, nasıl gelcen? vizen doluyo. almazlar ki bi' daha!" demişti. hoş, herkes öyle demişti. kimse beni küçüğüm diye ciddiye almamıştı. kimse inanmamıştı. yıllardır en büyük hayalimdi, tekrar bu topraklara gelmek ve gelmek üzereydim. en büyük hayallerimden birinin önüne çit çekiliyor gibi hissediyor, sürekli geriliyor ve üzülüyordum. neyse ki vize konusunda bir sıkıntı olmadı. fakat, vizeyi alacağım belgeleri toplayana kadar saçma saçma işler oldu. 2 kere 6-7 saatlik yolu gitmem gerekti 1 hafta içerisinde. sonra işte, gelmeyen belgeler vesaire... uğraştım durdum yani sürekli.
o aralar, ankara bir hayli sıcaktı. belge peşinde koşarken başıma sıcak mı geçti artık, ne olduysa, ilk defa tecrübe ettiğim bir şey geldi başıma. egodan indim, evin yolunu tuttum. etimesgut'ta, alnıaçıklar'ın oradaki caminin önünden geçerken oldu her şey. önce, ayak tabanlarımı hissedemedim. ne olduğunu anlamadım tabii önce, yorulmuşumdur dedim. sonra, nefesimin olması gerekenden daha hızlı olduğunu fark ettim. tamam, şişmanım, ama bundan daha dayanıklıydım. hissizlik yavaş yavaş bileklerimden yukarı doğru çıkmaya başladı. bacaklarımı çok hissedememeye başladım. tam o caminin o ağaçlı olan oturma yerlerinin önünden geçerken, dizlerimdeki bütün gücü kaybettim. ama aniden. hiç beklemediğim bir şekilde. yüzüstü çakılacakken, nasıl becerdiysem dizlerimin üstüne düştüm. hemen ellerimle kendimi oturma yerine çektim ve ne olduğunu anlamaya çalışmaya başladım. o esnada, nefesimin çok daha fazla hızlanmış olduğunu fark ettim. nefesim yetersiz geliyordu ciğerlerime, hissedebiliyordum. kulaklarımda anlamsız bir çınlama başladı önce. görüntüm bir oraya, bir buraya kayıyordu. sol kulağımdan başlayan çınlama, beynimin tamamını kapladığında, görüntüm gitmek üzereydi, fakat kendimi zorluyordum. gözlerimi açık tutmak için elimden gelen her şeyi yapıyordum, ama ne yazık ki sadece kısık gözle bakıyormuş gibiydi görüntü. zaten o ufacık görüntü de sallanıyordu durmadan. bütün bunlar olurken, kollarımın hissiyatını da kaybettiğimi fark ettim. ters giden bir şeyler vardı ve ne olduğunu bilmiyordum. gözlerimi açık tutmaya ve nefes almaya devam etmeye çalışıyordum. dışarıya ait hiçbir sesi duyamıyordum. bütün bağlantım kopuyordu resmen. bir insan, kendine karşı bu kadar güçsüz olabilir mi? kabul edemezdim bu durumu. etmedim de. göz kapaklarımı kapadığımda gelen huzurdan anladım, bayılmak üzere olduğumu. o ana kadar kafam çalışmadı. hayır dedim kendi kendime içten içe. "hayır, bayılmayacaksın. kalk lan, kalk! kendine mi laf geçiremeyeceksin, kalk! kalk!" diye içten içe haykırıyordum kendime. o esnada da vücuduma ait bütün kontrolü kaybediyordum tabii. en sonunda, göz kapaklarımı kapatıp, beynimi ayakta tutmaya çalıştım. kendi kendime içten içe konuşarak. "bayılmayacaksın! bayılmayacaksın lan! salmayacaksın kendini!" diyerek isyan ediyordum vücuduma. o şekilde kaç dakika geçti, inan bilmiyorum sözlük. önce, başımdaki o yankının azaldığını hissettim. nefesim hala aşırı hızlıydı. sonra bir cesaretle gözlerimi açmaya kalktığımda, göz kapaklarımın hala yorgun olduğunu, fakat görüntünün stabil olduğunu gördüm. sonra, düşmeyeyim diye, hissiz dahi olsa kendime destek bellediğim kollarımdaki hissiyatın gelmeye başladığını fark ettim. sonra ayaklarım falan işte. vücudumun kontrolü artık elimdeydi tekrardan, ama yorgundu bayağı ve benim çıkmam gereken uzun bir bayır vardı daha.
bir şekilde toparlanıp ayağa kalktım o lanet halimden. ben kendimi bıraktığım anda, vücudum kendini salacak gibiydi. adımlarımı atamıyordum resmen. çok zor geliyordu. bacaklarım ilerlemiyordu. ben de, gövdemi ileri doğru düşecek şekilde saldım ve ayaklarımla sadece dengeyi sağlamaya çalıştım. yavaş yavaş da olsa, bir şekilde eve ulaşmayı başardım. o bayırı çıkmam, muhtemelen orada gözlerim kapalı bayılmamaya çalışmamdan daha uzun sürmüştür, kim bilir? eve girer girmez her şeyi bir kenara bıraktım. atamadım bile, güç yok. derhal banyoya girdim ve soğuk suyu sonuna kadar dayayıp açtım. altına girdim. belki beynimi uyandırır soğuk diye düşündüm. ben o suyun en ufak zerresini bile hissedemedim o gün. bayılmamak bu kadar mı yoruyordu yahu bu bedeni? çok saçmaydı. sonra ıslak ıslak, kurulanmadan bile, kendimi yatağıma attım öylece. saniye geçmeden uyuyakaldım. kalktığımda, hala yorgundum. fakat, gidip kendime içecek bir şeyler almam şarttı ne yazık ki. herhalde yarım saat uğraştım kalkabilmek için. başardım ama. kalktım. giyindim elime ne geçtiyse. çıkıp yine yarı baygın ve yorgun bir şekilde hemen alt sokakta bulunan bakkala gittim. önce içeriden bir süt alıp kasaya uzattım, yavaştan poşetlesin diye. sonra gidip normal içecek bir şeyler almaya, dolabın önüne geldim. ayağım, buzdolabını ayakta tutan o demir şeye çarptı. pek hissetmedim acısını. önemsemedim o yüzden. fakat, birkaç adım atınca, vurduğum ayağımın vıcık vıcık olduğunu hissettim. başımı eğdiğimde, sağ ayağımın baş parmağını, dolabın altındaki o demir şeyin yatay duran ince bir demirine saplamış olduğumu fark ettim. tırnağım kopmuştu, o demir araya girdiği için. özür dileyerek çıktım. tanıdık bakkaldı neyse ki, sorun etmediler sağ olsunlar. yani, bir de her şeyin üstüne ayağım bana bela olmuştu. bu yazıyı yazdığım esnada, hala tamamen tekrar çıkmış değil.
pasaportum vize onayı ile geldiğinde yaşadığım mutluluğu sizlere anlatamam. şımarmıştım. işte, hava atıyordum böyle. çocuk gibi seviniyordum. annemlere, "gidiyorum be!" diyordum. sonra, öğrendim ki annem aslında gitmemi hiç istemiyormuş, fakat babam sürekli susturmuş. sebebi de, bir gün benim de tamamen almanya'ya onlar gibi gidip, ta 50-60'lı yaşlarımda dönme ihtimalimmiş. annem beddualar etmiş. gitmemem için dualar etmiş. ya, ben müslüman biri değilim, ama bir insanın annesinin, onun en mutlu olacağı şeyin olmamasını istemesi nedir? hem de tamamen bencilce düşünceleri için. bu konuda babam her zaman destekçim oldu. "ekmeğini kazandığın yer memleketindir oğlum" der hep.
vizemi falan aldım işte, memlekete döndüm sonra. yani, tokat'a. almus'a hatta. günlerden bir gün, almanya'ya gitmeme 3 hafta kala falan, bir sabah kalktım işte. yatağımdan kalktım, yemekten şişmiş olan pis göbeğimi kaşıya kaşıya pc başına geçtim. gelen mailleri kontrol ediyorum ve yazarlık yaptığım yerdeki mesajları kontrol ediyorum. sonra kapım tıklandı. kapımı sadece annem tıklar. efendim diye seslenince açıldı ve babamı gördüm karşımda. bir an şaşırdım ne oluyor falan diye. yüzü biraz düşüktü. babam, "oğlum, arabayı çıkarıp beni hastaneye götürebilir misin?" dedi. ben ikinci kere sormasını beklemedim bile. pcyi olduğu gibi bıraktım ve derhal üstümü giyinip arabayı çıkarmaya koştum. sebebini sormadım bile. çünkü babam, hastalıktan ölecek bile olsa, asla hastaneye gitmeyecek bir tip. yani, eğer babam hastaneye gitmek istediyse, durum cidden çok vahim demekti.
arabayı çıkardım, kapının önüne getirdim. bahçe kapısını ve arabayı açık bırakıp babamın arabaya gelmesine yardım etmeye koştum. düşünmedim, nesi olup olmadığını sormadım. sorgulamadım. kollarından tutarak yardım ettim ve bindik gittik. ben, babamdan sağlığı hakkında kötü bir şey duymamak için bir şey sormuyordum. ben, babam için, almus'ta bir düğün konvoyunda, hem hatalı olan, hem de yüzsüzce babama küfreden adam için konvoyla yolunu kesip, o adamın ailesinin gözü önünde öldüresiye dövmüş biriyim. babam söz konusu olursa, akan sular durur. gözüm döner. hastaneye vardık, babamı acile getirdim. sedyeye yatırdılar önce. bir cihaz bağladılar, kalp atışını kontrol etmek için. bakın, ben tıptan anlamam, ama o aletteki çizgiler bayağı olmaması gereken gibiydi. aklıma kötü bir şey getirmemek için yırtınıyordum, fakat babamı o sedyede görmek bile deli gibi üzüyordu kalbimi. ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. onlar da ayrı bir inat zaten. illa çıkacaklar. gözlerimde yer bulamayan yaşlar, burunlarımdan fışkırıyordu. ben de babama bakınca dolan gözlerimi, hastanedeki başka şeyleri inceliyor gibi yaparak sakinleştiriyordum. sonra dönüp tekrar gülüp şakalar yapıyordum. doktor annemi kenara çekti. daha fazla dayanamayıp ben de gittim yanına tabii. ya, anasını siktiğimin doktoru, alıştıra alıştıra söyler insan. "eşiniz kalp krizi geçiriyor, bir şey belli etmeyin, ambulans ile tokat'a sevk edeceğiz." ne demek?
ister istemez doldu yine gözlerim. haykırasım geldi. içimde anlam veremediğim hüzünle karışık bir öfke belirdi. ulan, bir insanın babası nasıl kalp krizi geçirirdi ki? bir baba kalp krizi geçiremez arkadaş. bir baba, eğer baba olmuşsa, o artık bir insan değil, babadır, baba! bir baba nasıl hasta olabilir? aklıma almıyordu hiç. babamın yanına vardık tekrardan. ben konuşamadım ki. bir şey diyemedim ben. babam da neyse ki anneme sordu. "sorun neymiş?" dedi. annem de, pek bir şey anlamamış olduklarını ve tokat'a, üniversite'ye sevk edeceklerini söyledi. ulan, bu adam, 56 yılında doğmuş biri. benimle doğum günü de aynı. 3-4 yaşlarındayken, haftalarda almus'un dağlarında, yaylalarında koyun gütmüş birisi. yaşı ilerledikçe, hem derslerine sıkı sıkı çalışmış, hem de bunu yapmaya devam etmiş birisi. almanya'ya gönderilmek üzere sınav yapılınca, türkiye'de, o şartlara rağmen ilk 50'ye girmeyi başarmış biri. kendine ait hayvan gibi kütüphanesi olan biri. yer mi? yemez tabii. yemiş olacağını sanmıyorum. bak, ben babamın üzüldüğünü bir kez görmüştüm. ağladığını yani. o da, dedemin ölümünde. amcam ona eziyet ediyordu ve babam da, benim babamı sevdiği gibi dedemi severdi. ama babamın ben gözünde asla bir korku görmedim o güne kadar. bana döndü baktı bir an. göz göze geldik. normal bakışları, bir anda endişe ile doldu. korku ile doldu. bir baba değilim belki, ama bir babanın, evladını nasıl sevdiğini babamdan öğrenmiştim çoktan.
o esnada ambulans geldi. hemen babamı ambulansa almaya geldiler. annem bana, sen babana giyecek bir şeyler al da gel evden dedi. cevap vermedim, kafamı salladım sadece onaylar gibi. babamı ambulansa bindirişlerini seyrettim kendimi sıka sıka. sonra, ambulansın sağ tarafından, bizim arabaya doğru ilerlemeye başladım. ambulansın arka kapı hizasını geçer geçmez hıçkırıklarıma daha fazla engel olamadım ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. sessizce tabii. babam duymamalıydı. hızla arabaya yöneldim. kapıyı kapatır kapatmaz arabayı çalıştırıp son sese çıkardım. avazım çıktığı kadar bağırarak ağlamaya başladım orada. içimde ne var ne yok her şeyi bırakıyordum resmen, fakat sonu gelmiyordu. bitmiyordu gözyaşlarım. benim sesim, gerektiği yerde gür çıkar, ama şarkının sesini bastıramadım bile sözlük. gücüm yetmedi. babam ölüyordu lan benim. bir insanın babası nasıl ölür? benim babam ölüyordu ve elimden bir şey gelmiyordu...
ambulansın ardından ben de hastaneden çıkıp eve vardım. evde de, bağıra bağıra ağlayarak eşyaları topladım. ardından yüzümü yıkayıp bir şey olmamış gibi tekrar arabaya yöneldim. daha evin kapısını kapatır kapatmaz yine başladı gözyaşlarım. artık 36 km boyunca, ağlayacaktım. hem de, dağ, bayır bir yolda. bindim arabaya, tekrar aynı taktik. müzik son ses, haykırışlarım son ses, gözyaşlarım son ses. bütün o yolu öylece gitmeye başladım. aklımda sürekli babam vardı. yola odaklanamıyordum. normalde 70-80 civarı ile gidilmesi gereken yerlerde, fark etmeden 140-150'lere kadar fırlıyordum resmen. uçurumların kenarlarından dönüyor, arabaların tam köşesinden kaçıyordum. hastaneye varmayı başardım öyle böyle derken. orada arıyorum, burada arıyorum yok. en sonunda kayıtları sorgulattım, öyle biri gelmedi buraya dediler. kafa gidik ya benim, bizimkilerin üniversiteye gitmiş olduğunu hepten unutmuşum. o sırada annem aradı, neredesin diye. durumu anlattım. "ah oğlum, üniversite ya!" dedi. "kafa mı kaldı anne?" dedim. kapattık bir şey demeden. gittim üniversiteye. arabayı park ettim. zar zor susturmuşum kendimi. kimseyle konuşmuyorum. kimsenin yüzüne bakmıyorum. öyle kafa sallıyorum onaylar veya reddeder gibi. o sırada, ameliyat iyi geçmiş. babamı yoğun bakıma almışlar. bana gidip görmek ister misin diye sordular. dayımın gözüne baktım, "yok" diye başımı sağladım. dayanamazdım ki. yok olurdum. mahvolurdum. nasıl bakayım? annem gitti ama. gördü babamı. sonra, araya hafta sonu falan girdi. o sırada, yoğun bakımdan çıkıp normal odaya alındı. ne annem, ne de ben, yanında kalamadık. babamın amcaoğlu, birkaç kıyak ile girip yanında kaldı. bak, babam pek sevgisini gösteren biri değil. yani, tutup da açık açık "seni seviyorum" demez. sen seçersin bu anlamı davranışlarından. pazartesi oldu. ziyarete gittik tabii hemen. bekler miyiz? hele ben. yerini öğrenip hemen yanına vardım. babam geleceğimizi öğrenince kapıya çıkmış odasından. koşa koşa gittim yanına. hayvan gibi vücudum var, ama o basamakları, asansörden daha hızlı çıktım. babama sarıldım sadece. omzuna sokuldum öylece. suratımı gömdüm. babamı, göğüs kafesime hapsedercesine sarıyordum kollarıma. babam da sarılıyordu sıkı sıkı. işte o an, hayatımı büyük anlamda değiştirecek bir cümle kurdu babam. benim bile zar zor seçtiğim kelimelerdi. "seni bir daha göremeyeceğimi sandım..." dedi sessiz sessiz. yamulup kaldım lan orada. öylece dondum. bitti cümlelerim. nefesim bitti. hayatım, canım, kanım, her şeyim tükendi o cümleden sonra. zamanım bitti. öylece kaldım... bu olaylardan birkaç gün sonra da, babamı sağlıklı bir şekilde eve getirdim. onu getirdikten birkaç gün sonra da, tekrar ankara'ya gittim.
ankara'da, son birkaç günlük işim vardı. evi toparlayıp, eşyalarımı hazırlayacaktım. o esnada, benim koca bir yaz umurunda olmadığım sevdiceğim aradı. çok özlemiş. sesimi falan. aradan 5 dakika geçince yine hakaretler yedim tabii. sevdiğimi bile söyleyemedim. babamın acısı bile o kadar tazeyken, canımın ne kadar yandığını anlatamadım. dinlemedi. istemedi. kime anlatayım lan ben o zaman? zaten gerçek hayatta içine kapanık biriyim. bi ona anlatıyordum. o da dinlemedi. ne yapacaktım lan ben o zaman? ama yine de sağlık olsun dedim. o da haklıydı bir yerde. benim derdimi dinlemek zorunda değildi ki. niye dinlesin?
almanya yolculuğum başladı sonra. yola çıktım, geldim buralara. hayallerimi gerçekleştiriyordum lan. mutluydum be. biraz olsun yüzüm gülüyordu. yemin ederim, gülümsedim ya. o kadar büyük bir nimetti ki bu, benim için. gelir gelmez işte telefon şu bu falan aldım. kendimi şımartmak için. şaka maka, cidden ihtiyacım vardı. s3 ilk çıktığında almıştım, o zamandan beri hep s3 kullanmıştım. note 8 alınca teknolojinin ilerlediğini fark ettim. telefonda keşfettiğim her özellikte "vay ananı arvadını sülaleni ya... e bu teknoloji valla gelişmiiş?!" tepkisi veriyordum. öyle saf saf takılıyordum yani. ardından, belge işleri başladı. okula kaydolmak için, önce sigorta falan şey etmek lazım. sigortaya gittim, benim a/t 11 mi neydi adı belgenin, unuttum valla, şimdi google için de bayağı üşeniyorum, yalan olmasın, o olmadığı için, axa sigorta ile yaptırdığım sigortayı gösterdim. dediler ki, oynaylamamız lazım. ben de o arada, almancamı geliştirmek için işte muhabbet etmeye falan çalışıyorum. o esnada o bi' işler yaptı, kağıdı uzattım, bu kadar falan dedi, eyvallah dedim çıktım. normal hesaplara göre, 2-3 gün içerisinde cevap geliyormuş. o arada gidip yurt için bir de banka hesabı açtım kendime. o hafta bitti, belgeler gelmedi. ertesi hafta, banka belgeleri geldi, ama sigorta belgeleri gelmedi. bu biten hafta içerisinde de, yabancı dil dersleri için sınavlar vardı, doğal olarak giremedim. o yüzden yabancı dil derslerimi, aldığım dersler listesinden silmek zorunda kaldım. baktım belgelerin geleceği yok, diğer haftanın başında, "gardaş hayırdır, gelmedi hala?" demeye gittim. öğrendim ki, adam benden imza almayı unutmuş. imzayı. unutmuş. almayı. neyse dedim, sorun yok. geç olsun, güç olmasın. sonra 1 hafta geçti, cevap yok. 2 hafta geçti, cevap yok. ulan, okul başlayalı 3 hafta geçti, wtf?! gittim yine, "hayır mı la bebe?!" dedim. tabii, böyle demedim, ama tema buydu. "abi, senin adresi bulamamışlar" dedi. lan, resmi yurdun adresini nasıl bulamıyor bu adamlar? sonradan öğrendim ki, postayı getiren elemanlar kapıda asılı duran listeye değil, posta kutularındaki isimlere bakıyormuş. "ama sorun yok, buradan veririk, ayıbediyon" dedi ve belgeleri çıkarıp verdi.
bunca zaman geçtikten sonra okula kaydoldum. ardından, derslere kaydolmaya başladım. almam gereken derslerin kayıt süreleri hep geçmişti. sadece 1 tanesi hala kayıt alıyordu, o da sıraya koyuyordu kişiyi sadece. e sınavlara girmek için de, sistemdeki dersleri kaydetmek gerekiyor. aldığın gözükmezse, sınava kaydolamıyorsun. her şey bir düzen içerisinde yani. benden sorumlu türkiye'deki hocayla konuştum. öğretmenlik derslerini alayım mı madem diye. o da al, peki falan dedi. ben de rehberlik, şu, bu, ne bulduysam doldurdum. işte almanca türkçe çeviri falan fistan. aradan 2 hafta geçince, öğretmenlik derslerinin türkiye'deki okulda kabul ettirilemediğini söyledi. sadece güldüm. ne diyeyim ki? elimde sadece 1 ders kalmıştı resmi olarak aldığım, o da almanca türkçe çeviri. koca bir dönemde, sadece 1 ders alabilmek. ne şanslıyım değil mi? ulan, bunları tutup birine anlatsan, "taşak mı geçiyon, aq bebesi?!" der, tekmeyi basar. dalga geçer gibi her şey. kafayı yiyecektim artık. babam beni kim bilir ne hayallerle buraya göndermişti. hem de babam gibi bir adam. beni adam olayım diye, izlediğim yolun sonuna varabileyim diye, böyle bir kıyak yapmıştı. ben ise, resmen bir hayal kırıklığı olmuştum. elimde olmasa da, başaramamıştım sözlük. o ara, yine sınırsız alkole başladım. sabah akşam sarhoştum hep. ayık kafayla gezemiyordum pek, çünkü vicdanım sızlıyordu deli gibi. öylesi bir babaya nasıl hayal kırıklığı olabilirdim ki? babamlara söyleyemedim bile. o esnalarda, sevdiceğim ile yine konuştuk, fakat bu sefer ben ayrıldım. görselleri de, hemen aşağıda bulabilirsiniz. o benim türkiye hattıma, ben ona almanya hattımdan mesaj atıyordum. en ucuz böyleydi. zamanlara bakarak, kafadan bir sıraya koyun artık.
o 1 - i.hizliresim.com/...
o 2 - i.hizliresim.com/...
----------------------------------------------------------------------------
ben - i.hizliresim.com/...
artık bu olay da çok ağır geldiği için, bayılana kadar alkol içiyordum. kaçıyordum her şeyden. korkuyordum. kimseye bir şey de diyemiyorum. bir gün kafamı kaldırıp, babamlara söylemem gerektiğini hissettim, ama ne kadar yıkık olduğumu anlatamam. aradım babamları. "baba, seninle bir şey konuşmam lazım" dedim. "efendim oğlum" dedi. "baba, özür dilerim..." dedim ben. "ne özrü oğlum?" dedi. bir an yutkundum. "baba, bir sürü dersimi alamıyorum. hayal kırıklığıyım resm-" derken bir anda ağlamaya başladım. ulan ya, babamın sesi titredi sözlük. "eşşoğleşek napıyorsun sen?" dedi sadece. "annene veriyorum, onunla konuş" dedi. "dur baba" dedim. anlattım ağlaya zırlaya olayları. "oğlum, canın sağ olsun" dedi. ben yine kendimi tutamadım. ulan, böyle bir bok yiyordum ve babam hala beni affediyordu. "gerekirse 1 yıl, 2 yıl uzatırsın. elinde değil işte oğlum, elden ne gelir? senin canın sağ olsun yeter. ağladığına değecek bir şey sandım ben de!" dedi. beni kimse hayatım boyunca bu kadar güzel rahatlatmamıştı sözlük. yemin ediyorum, hayatımdan 19346185 ton yük kalkmış gibi hafifledim. annem aldı hemen telefonu. onun da sesi titrek. "niye ağlıyon sen?" dedi. ona da anlattım. "ben de bir şey oldu sandım." dedi. ulan, ne destek geliyorsa hep aileden geliyor. her şeye rağmen, her zaman, her durumda. onu da üstümden atlattım, öyle böyle derken. şimdi de para derdi. parayı geri ödemem gerekli. 1.6k euro falan. söyleyemedim bunu. onca masrafa girmiş babama, bunu söyleyemedim. özet bu sözlük. ara dertler de var, ama atlatamayacağım şeyler değil. ben, almanya'da, küllerimden tekrar doğacaktım. fakat tam tersine, küllerimin bile alev alev yanabildiğine şahitlik ettim. hayatımın son 6 ayı bile böylesine dolu doluydu gereksizce. geride kalan ve kendi başıma olduğum son 9-10 yılı nasıldı dersin? belki bir gün, bir roman yazarım. kim bilir?
↑