kayıt

istanbul

  1. 24
    istanbul'da, hazzı mümkün kılan bedensel birleşme; hazzın yaşanabilinirliği öylesine şahsileştirir, tek kişilikleştirir ki; kadın ve erkek birbirlerinin yörüngesine girmeksizin yüzen iki gökcismi gibi kendi haz merkezlerine çekilirler. simge formundaki nesnelerle ilişki içersine girerler.

    halbuki ben halide edip'in görebildiği istanbul'u göremiyor, hissedemiyorum. ne bahsettiği yeşil çayırlar ne de kara göbeğiyle dans eden çingene pempesini. yalnızlığın boğuculuğundan başka hiçbir şey yok burada. havada uçuşan boktan yazlık sinekleri saymazsak. bir süredir, duvarlara çarpıp kendi intihar girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasını izliyorum. yine de grup halinde bu girişimi yapmıyorlar, tıpkı insanlar gibi.

    sadece olimpiyatlarda yanyana gelebilecek iki ülkenin flamalarını, etrafa gülücükler saçarak taşıyan iki çocuk gibi durumumuzdan habersiz halimiz, birbirimizin gözlerine memnuniyetle bakıyoruz ve ben aslında her seferinde göz göze gelmemek için elimden geleni yapıyorum. boğaziçi köprüsünde intihar etmekten vazgeçen her adamın gırtlağına sarılmak istiyor, gazete küpürleriyle evini tıka basa eşyayla dolduran anne ve babaların ırzına geçmeyi hayal ediyorum. belki de geri dönüşüm kutularının içine işerim kimbilir. belki yaya şeritlerinin üstüne kusarım.

    ama tüm bunları yapabilmem için bana bir cameron brig iskoçuyla, bir kaç saat ayarlamanız lazım.
    belki bir blues eşliğinde, bir kaç güzel bacaklı kadının dans ediyor olmasını izlerim. bilmiyorum.
    madem hissedemiyorum, öyleyse hissetme fikrini zihnimden çıkarmaya dönük hareket etmeliyim.

    sorunun bir parçası gibi gözüken çözümsüzlük aslında gerçekleşebilecek tüm olasıklıkların kapısını daima açık tutmaya yarar. belki yarın uyandığımda, tüm bu düşüncelerimi tava altlığı olarak kahvaltıda kullanırken, bir kaç sucuk götürürüm, kimbilir.

    emin olduğum bir şey var, ayakkabılarımın altı eskimeden, burada durmak zorundayım. gidecek başka bir yerimin olmaması, gidebilmek eylemini zamanla unutmama sebebiyet verecek ve ben her defasında insanların hayretle ve bir doğa harikası gibi baktıkları denize karşılık, dibinde biriken pisliklere olta atan orta yaşlı adamların kovalarına tükürüyor olucam.

    ağzına kadar tıka basa dolan bir metrobüsün içersinde, zemine ayaklarınız basmadan, kollar ve bacaklar, et yığınlarıyla kuşatılmış bir vaziyette bir yakadan diğer bir yakaya geçmek gibi bir şey bu. oturanların manzaraya bakmak yerine kitap okuması kadar geri zekalıca bir durum.

    dünyada; dinamit ile yıkım yapan firmaların, bir binayı hazırlaması ortalama 20 ila 30 gün arası değişiyorken ben bunlardan daha çok bir zamanlar o binalarda sevişen, kavga eden, ölen, evlilik yıldönümlerini kutlayan insanlarla ilgileniyorum. insanların ölümleri giderek sessiz ve sıradanlaşıyorken, yaşadıkları binaların yıkımı tüm yurt genelinde haberlerde izleniliyor, youtube gibi sitelerde düzinelerce yorum yapılması için bir kaç dakikalık videosu paylaşılıyor. işte gürültü diye ben buna derim. aslolan gerçeklik. aslolan bir yaşanmışlıklar üstüne bir kaç beyaz külot giyen çocuğun eğlenmek için kurduğu cümlelerdir.

    ve o gerçekliklerin rahatsız edici yanlarıyla birazdan uykuya dalmalıyım.