kayıt

alacakaranlıktaki ülke

  1. 1
    ahmet erhan şiiri.

    ı

    göğün karanlık denizlerinde yelkenlerini şişiriyor ay
    ülkeme bakıyorum uzayıp giden bir gecede
    suskun ve boynu bükük yalnızlığında bir sokağın.
    elimde henüz açmamış bir gül var
    ve boşanmayı bekleyen bir konuşma isteği dilimde
    perdeleri çekilmiş, kapıları sürgülenmiş evlerde
    yaşayıp giderken halkım.

    rüzgara bırakılmış bir mumun alevi gibi
    titriyor bakışlarımda bütün görüntüler
    tabak, çatal sesleri geliyor çok derinlerden
    fısıltılı konuşmalar, ürkek gülüşmeler…
    çocuklar, ilk silah sesinde yaşlanacakmışcasına
    sıkıca tutuyorlar oyuncaklarını
    ve bir namluya dönüşeceklerinden kuşkulanarak çiçekler
    kırmak istiyorlar saksılarını

    yitirecekleri ne kaldı şimdi onların?
    doğan ve batan günlerle de var mıdır artık bir alıp verecekleri?
    birbirlerinin yüzlerine bakıyorlar evlerinde
    güçlükle yorumlamaya çalışırcasına bir şeyleri
    öteki dünyalara ve düşlere dair kimi duygular
    usul usul yer değiştiriyor
    acımasız ve dünyasal olan birtakım kederlerle.

    her sabah evlerde yaşlı kadınlar uyanıyor
    yüzlerini yine dönüyor kıbleye, yine kalkıyor
    sabahın alacakaranlığında gökyüzüne elleri
    dilleri yine tanrı’ya bir şeyler yakarıyor
    ama titriyor, yalancı bir çocuğun dili gibi.

    tedirginlik ve acı. böyle yaşar halkım.
    evlerde, sokaklarda, yarınlardadırlar
    ağa vurmuş bir balık kadar yorgun…

    ıı

    saatin kaç olduğunu biliyor musun?
    ben anlayamıyorum gece mi, yoksa gündüz mü?
    üç gündür yağmur yağıyor bu evlerin,
    bu ağaçların, bu yolların üstüne.
    sular alıp götürüyor sanıyorum
    ellerimi, ayaklarımı, yorgun yüzümü…
    günlerdir dökülüyor her yanım.

    saatin kaç olduğunu biliyor musun?
    duvarda çiviye asılı bir takvim sallanıp duruyor
    her sabah birileri gelip, bir yaprak daha
    koparıyorlar ondan görünmez elleriyle.
    üç gündür yağmur yağıyor
    yakıyor artık ellerimi kitaplarım.
    dışardan zincirleme silah sesleri geliyor…

    üç gündür gökyüzü kanıyor
    dönüp duruyor kentin üstünde ara vermeden
    nerden geldiğini bilmediğim bir helikopter
    her yanım yara bere içinde neden?
    arkadaşlarım şimdi nerdeler?
    bir yumruk iniyor sırtıma, neye uğradığımı bilmeden.

    kahvede oturmuş kitap okuyordum
    kahveci ellerini boyuna önlüğüne siliyordu
    birdenbire silah seslerini duydum
    dışarda gelin telleri gibi bir yağmur yağıyordu…
    burası benim evim mi, ne oldu bana?
    ya bu kanlı sargı, sızlayıp duran başımda?
    yağmur dineli ne kadar zaman oldu söyle?
    kanlar içinde yıkılıyordu biri boylu boyunca.
    herkes bir şeyler söylüyordu kendince
    tedirgin gölgeler kollarıma giriyordu
    sonrasını şimdi hiç anımsamıyorum.

    saatin kaç olduğunu biliyor musun?
    niye böyle uzak bana, ellerim, ayaklarım?
    her yanım uyuşmuş, öldürseler duymam
    ülkem şimdi niye bu kadar yakın?
    kollarımla sarabilirim sanki, uzansam…

    ııı

    nicedir akşam kara bir kefen gibi geriliyor
    bu acılı, bu yoksul ülkemin üstüne.
    perdeler örtük, kapılar sürgülü
    polis arabaları dışında kimseler yok sokaklarda
    ay, bir boşluk arıyor sekerek gökyüzünde
    nicedir akşam, kara bir kefen gibi geriliyor
    bu acılı, bu yoksul ülkemin üstüne.

    cebinden bir sigara çıkarıp yakıyor bekçi.
    bir köpek ürmesi. haberleri veriyor televizyon.
    dalında kaldı karanlıkta açan erik çiçeği
    kimseler görmeden solup gidecek yarın.
    tek tük arabalar geçiyor yoldan
    bu karanlığı püskürtmek ister gibi.
    sonra bir sarhoş geçiyor elinde şişesiyle
    görmezden geliyor yaşlı bekçi
    döndürerek yüzünü ondan çok ötelere.

    nicedir akşam, kara bir kefen gibi geriliyor
    bu acılı, bu yoksul ülkemin üstüne…

    ıv

    kendi sesimden korkuyorum bazan, inanır mısın?
    gördüğüm yüzlerden, tanıdığım insanlardan…
    gece oluyor. bakıyorsun kimseler yok sokaklarda.
    karşı evin duvarında öldürülmüş birinin afişi
    boşluğa asılmış bir levha gibi
    usul usul sallanıyor
    ve uykusundan çığlık çığlığa uyanan bir çocuk
    yanında anasının olmadığına inandırıyor kendini
    birdenbire yalnızlığının bilincine varıyor.

    üstüste yığılmış kitaplarım ve yazılmış şiirlerim
    kalakalmış odanın bir köşesinde.
    masanın üstünde bir bardak, dolup dolup boşalıyor
    ve bir kalem yazıyor kendi kendine.

    her gece odama yağmur yağıyor
    bu çığlığı sana nasıl anlatayım şimdi?
    çeneme kadar çıkıyor sular, boğulmuyorum
    belli belirsiz bir iz görüyorum ama
    sabah uyanınca duvarların üstünde
    ve geceden artakalan bir çizgi
    elimle alnımı yoklayınca.

    sana nasıl anlatayım, her gün
    ölüme gider gibi ayrılıyorum evden
    son kez dokunuyorum bir kitaba
    ve tanıdık bir yüze bakıyorum
    onun çok uzağındaki bir ülkeden.

    bazan hayat sarıyor beni, belimden kavrayıp
    yukarlara kaldırıyor – sevecen bir baba gibi…
    hatta bazan baktığım yüzlerde
    iyilik dolu bir şeyler buluyorum
    o zaman parmağıma doluyorum bir ipliği
    geceleri bunları anımsamak,
    bu güzel şeyleri düşünmek için belki.

    kim çekip alıyor parmağımdan o ipliği
    ilk karanlık çökerken sokaklara?
    onunla elimi, ayağımı kim bağlıyor?
    dilim şişiyor konuşmaya korkan ağzımda
    ellerim bütün düşleri dağıtmaya başlıyor
    yalnızlığın taşları takılıyor ayaklarıma…
    görünmez bir el ışığın düğmesine uzanıyor
    ışık sönüyor ve kalakalıyorum bir başıma.

    v

    gece geç saatlere kadar yürüyüp durdum
    kentin bitip tükenmeyen yollarında…
    arkadaşlarımın ölüleri kayıp gitti parmaklarımın ucundan

    okul çocukları gibi adlarını saydılar,
    öldürüldükleri günü söylediler, yaşlarını
    yüzlerini bir türlü seçemedim
    boşanan gözyaşlarımın parıltısından.

    bir uçurumun önünde sabırla bekliyoruz
    taşlar atıyoruz ara sıra boşluğa
    uçurum dolacak bir gün ve biz
    karşıya geçebileceğiz diye…
    ama çekilen acılar oluyor günler, geceler boyu
    kırlara değil, mezarlıklara çıkıyor yolumuz
    sevda sözcükleri yer değiştiriyor
    ölüm üstüne söylenen birtakım sözlerle.

    gece geç saatlere kadar yürüyüp durdum
    düşünüp durarak bir şeyleri,
    şarkılar söyleyerek, ağlayarak…
    bir ırmak donmak istiyordu kanımda,
    sanki bir nar dağılmak…



    anlatmak isterdim ülkemin dağlarını, denizlerini
    çiçeklerinin, kuşlarının adlarını birer birer
    ama bütün bu güzellikleri görüp, duyacak olanlar
    insanlarım, öldürüldüler, öldürülmekteler.
    nasıl mahzun durmasın meyveler dallarında?
    dönüp de kimsenin yüzüne bakmadığı şu kedi yavrusu,
    şu taş bile, ancak bir insan eli onu kavrayınca güzel.

    ve çocuklar bakıyorlar yüzümüze
    bir şeyleri sormak, anlamak ister gibi.
    kim yanıt verecek şimdi onlara?
    neye yarar bütün bu sözler,
    yazılmış ve yazılacak yığınla şey?
    artık unuttuk, onların düşlerini de
    çoğu şey gibi bu kargaşada.

    soruyor yedi yaşında bir çocuk:
    – niye bu silah sesleri, niye bu ölümler baba?

    vıı

    analar, çocuklarının ölümlerini düşünüyorlar
    kendi ölümlerinden daha çok.
    sokaklara bakan pencerelerde
    gözlerinin izi kaldı artık.
    bütün hayatlar tek bir çizginin üstünde
    birdenbire birleşti ülkemde.
    herkes birbirinin yüzüne sorar gibi bakıyor:
    -bugün kim ölecek?

    gencecik tarihler düşüyor
    mezar yazıtlarına yaşlı mermerci
    (mezarlığın yakınında dükkanı olan adam) .
    soruyorum: -alıştın mı buna baba?
    – mermer çatlamıyor diye şaşıyorum
    yavrum, elimin altında!

    kentin alanındaki çiçekçiler yakınıyor
    akbabalara benzetir olmuşlar kendilerini
    – bana bir çelenk yap kardeş,
    üstüne de bir şey yazma
    ölüler okumayı bilmez ki…

    korkarım, kalacak bu toprakta
    gitgide ağırlaşan gözyaşlarımın izi.
    dilerim, inci diye toplasınlar onları
    bizden sonra yaşayacak olanlar.
    dilerim, mermi diye toplamasınlar!

    vııı

    penceresinde yağmuru dinleyen şu çocuk ölecekse
    (yüzünde kederi, çocukluktan öter her şeyin)
    duvarları kurşun yaralarıyla
    dökülüp saçılacaksa şu güzelim evin.
    biri çıkıp da, bu geceki ayın görkeminden söz etmeyecekse
    artık ölebilirim, diyebilirsin
    yanımda, yöremde yıkıntılar
    ve yüreğimde, aynı ülkenin nüfus cüzdanını
    taşıyan birinin kurşunu var!

    ıx

    geceyarısı bindim bu otobüse
    yağmur yağıyordu.titriyordu her yanım.
    fazlaca dolanmadım ortalıkta
    girip de ilk oturan ben oldum.

    başımı öndeki koltuğa dayayıp,
    evde bıraktığım yaşlı anamı düşündüm
    kitaplarımı, sonradan sarıya boyadığım
    o küçücük odamı ve yola çıkmadan önce
    yaktığım mektupları düşündüm uzun uzun
    bindiğim otobüs gürültüyle hareket ederken
    gülümsedim yanımdaki köylüye.

    geceyarısı bindim bu otobüse…
    bir elma uzattı bir ara yanımdaki adam – aldım
    şaşılacak kadar saf ve hayata ilişkin
    bir şeyler sordu bana – yanıtladım.
    gidiyormuş uzaktaki kızını görmeye…

    niye durdu bu otobüs, söylesene?
    ışıkları yandı, yolcular uyandılar
    önce hiçbir şey, hiçbir şey göremedim
    çevirdi otobüsün dört bir yanını eli silahlı adamlar
    boğuk bir ses yükseldi dışardan:
    -herkes aşağı insin!

    bir bir indi bütün yolcular
    sonunda ben de. gizlenmeye çalışarak yüzümü,
    o zaman ayırdılar beni bir kenara.
    ellerimi yukarı kaldırttılar
    kavuşturdum yukarda kollarımı;
    kaçırmamaya çalışır gibi bir kuşu,
    ya da düşürmemeye bir gülü…

    yaralı ülkemin özgürlüğünü…

    x

    karanlık, alabildiğine karanlık
    kentimin üstünde, ülkemin üstünde…
    tutacak bir dalımız kalmadı mı artık?

    herkes bıkıp usanmadan birbirini suçluyor
    komşusuna atmaya çalışıyor, yüreğinde bekleyen ölüyü.
    polis arabaları gidip geliyor
    yol boyunca
    ağır aksak.
    kapılar kapandı çoktan, perdeler örtüldü.

    karanlık, alabildiğine karanlık…

    gökyüzü hiç bu kadar yıldızlanmadı
    ay, inadına ışık sızdıran koca bir testi.
    ince ince bir yaz yağmuru başladı.

    – ölen kim? öldüren nereye kaçtı?

    ana caddeyi askerler sardı.
    dışarıdakiler elleri başlarında duruyorlar öylece.
    bir enik, anasını arıyor incecik çığlıklarla
    onun o küçücük bedeninden çıkan
    o cırlak sese şaşmıyor hiç kimse.
    bir kadın, yerde yatan ölüye bakarak
    örtüyor yüzünü elleriyle.

    karanlık, alabildiğine karanlık
    kentimin üstünde, ülkemin üstünde…



    mermerlerin üstüne kazınacak
    sözler söylemediler bu dünyada.
    yüzleri bir ressama poz vermeye de uygun değildir
    çünkü değişir, acıdan sevince
    umuttan düş kırıklığına ikide bir.

    adlarını da aklında tutmaya çalışma.
    kahpece öldürüldüler, dersin
    çok severlerdi bu ülkeyi…
    böyle söylersin.bir gün sonra olursa.

    xıı

    kitaplarını paket edersin
    ayırırsın bir bir yasaklanmış olanları
    sonra alırsın başını avuçlarına
    bir arkadaşını kefenlemişcesine suçlu.

    ince bir yağmur dalar gözlerini
    harlı bir ateş ellerini yakar
    yüreğin göğsünü delecek kadar büyümüşken
    bir el, sobanın kapağını açar.

    kibrit tutuşmamak için direnir bir süre
    yeniden okumak geçer içinden
    belki yüzlerce kez okuduğun o kitapları…
    alıp götürür gözünün değdiği her sözcüğü bir yalım.

    ve iki büklüm oturup da başına sobanın
    içini çekerek ağlarsın, tıkanırcasına
    gözyaşlarının da hiçbir ateşi söndüremediğini
    o zaman anlarsın en sonunda.

    xııı

    ölüm gelir. ve dalar yüzünü, saçlarını
    hiç tanımadığın sinsi bir rüzgar.
    ölüm gelir. evde seni bekleyen
    birileri var mı diye sormaz.
    ölüm gelir sonra silah sesleri,
    önce silah sesleri duyulur çok yakınında
    ve yankılanır az sonra uzak bir ülkede.
    ölüm gelir. bir kapıyı örter gibi.
    doğum tarihlerine, düşlere aldırmaz.

    niye böyle bu, niye bu ölüm?
    nedir son düşündüğü acaba
    kahpece vurulup giden birinin?
    içinde portakal olan bir kağıt torba
    patlayıp, dağılır sokağın ortasında.
    dürülmüş, çok okunmuş bir gazete kanlanır.
    düşer bir can daha sessizce toprağa.

    ölüm gelir. çiçekler ölülerin tabutlarına
    çelenk olmak için büyür.
    anaların gözyaşları bekler göz çukurlarında
    zamanı gelince akmak için.
    dudakları hep aralık durur
    bir gün ağıt yakmak için.
    gözleri hep yollara, yollara bakar.

    ölüm gelir. bakılan o yollardan
    bir tek insan geçmez olur.
    ölüm gelir. önce silah sesleri…
    ve bir el, hayatın sesini boğan
    o çanlara, birdenbire dokunur.

    xıv

    ülkemin üstündeki bu alacakaranlık,
    bu belirsizlik, bu umarsızlık, bu korku biterse eğer
    halkım bu ufkun nereye uzanacağını bilirse bir gün
    şiirler yazarım o zaman, saf ve belki de
    oyun olsun diye boş, anlamsız…

    niye böyle gecikiyor o gün?
    niye her yerde bir naftalin kokusu?
    neyi saklayabiliriz ki yarına?
    tek görebildiğim, uçsuz bucaksız bir alacakaranlık
    herkes maskeler taşıyor koyunlarında
    nerede hangi maskenin – ve niçin,
    ne amaçla kullanılacağını biliyor.
    dokunsam bir adamın koluna dostça
    neden bir madeni ses çıkıyor ondan?
    kendi cebinde paslı bir bıçak taşıyan biri
    önüne çıkan herkesi katil sanıyor.

    ülkemin üstündeki bu alacakaranlık,
    bu tedirginlik, bu çılgınlık, bu sancı biterse eğer
    bırakacağım şiir yazmayı
    gidip portakal satacağım bir denizin kıyısında
    ne bileyim, bir dalgıç da olabilirim örneğin
    sabahlara kadar yollarda dolaşabilirim
    üstelik sevdaya filan da tutulmamışken…
    şimdi kurumuş olan göz pınarlarım
    en küçük şeylerde bile boşanabilir örneğin.
    yeter ki, silah sesleri gelmesin
    her gece kentimin sokaklarından
    yeter ki, hiç kimse ecelsiz ölmesin!

    xv

    acılı oğulları ülkemin
    kahvelerde otururlar sessiz, sakin.
    gözlerine baksan çayırları görürsün,
    bir tavşanın ekinler arasında kaçarken açtığı yolu.
    bir ürkeklik, yabancılık hepsinde
    acılı oğulları ülkemin
    taşralılık sarılı bedenlerine.

    uçup şarap içerler, kötü sigara
    ceplerinde mutlak, kıvrılmış bir gazete vardır.
    bir gecekondu nemli bir oda.
    döşemenin üstünde telleri kopuk bir saz.
    masanın üstünde çay bardakları,
    ekmek kırıntıları, eski bir demlik.
    onun altında gazeteler, kitaplar.
    duvarlarda resimler ve yazılar…
    naylonla örtülmüş bir pencere – camları kırık.

    acılı oğulları ülkemin
    ölüp giderler bir akşamüstü
    karanlık, kuytu bir sokakta;
    gözleri sonuna kadar hayata açık.
    elleri kavuşmuş, bilmezmiş gibi
    ölümü ve kalleşliği bu dünyada.

    ertesi gün resimleri gazetelerde
    ve bir tarih resmin altında:
    doğumu şu yıl, ölümü üç nokta…