kayıt

zen

  1. 9
    Budizm'in bir kolu.

    Artık kabul edelim. Zen sıkıcıdır. Zenden daha donuk daha sıkıcı bir pratik bulamazsınız. Felsefesi yavan ve heyecansızdır. Birilerinin şu an bu sayfayı okuması bile bana inanılmaz geliyor. Bunun yerine Tetris falan oynayabileceğinizin farkında değil misiniz? Milyon tane beleş porno sitesi var, haberiniz yok mu? Gidip hayatın tadını çıkarın, burada ne işiniz var?

    Bir Rinzai Zen hocası olan Joshu Sasaki, bir keresinde Budist öğretmenlerin daima öğrencilerini Buda Âlemi’ne özendirdiklerini ama aslında öğrenciler Buda Âlemi’nin ne kadar yavan ve tatsız olduğunu bir bilseler oraya varmayı asla istemeyeceklerini söylemişti. Çok haklı. Zen ustalarına bir bakın. Hiçbirinin modadan anladığı yok. Boş duvarlara gözlerini dikip öylece oturuyorlar. Onlara nasıl uçacağınızı sorsanız hiçbir şey söylemezler. Ahret hayatını soracak olsanız konuyu değiştirirler. Mucizeleri soracak olsanız su taşıyıp ateş için odun kesmek gibi zırvalardan söz ederler. Erken yatar, erken kalkarlar. Zen tam da bön tiplere göre bir felsefe.
    Can sıkıntısı mühimdir. Hayatınızın çoğu yavan, tatsız ve sıkıcıdır. Zazen çalışarak can sıkıntısı hakkında çok şey öğrenirsiniz. İlk kez Zazene oturuşumu hatırlıyorum da, nasıl da heyecanlıydım. Gökyüzünden inen dört kollu Krişna vizyonları göreceğimi ya da şu eski Beatles şarkısındaki gibi Boşluk’ta yok olacağımı, Nirvana’ya ereceğimi (o da neyse) ya da ona benzer başka muhteşem bir şey yaşayacağımı falan düşünüyordum. Fakat saat tik tak ilerledikçe, bacaklarım ağrımaya başlıyor ve zihnimde saçma sapan düşünceler dolanıp duruyordu. Belki de doğru uygulamıyorum diye düşündüm. Yo hayır, yıllar geçti ama değişen bir şey olmadı. Sıkıntı, sıkıntı, sıkıntı. Neredeyse 20 yıldır zazen yapıyorum ve o kahrolası sıkıntı hâlâ geçmedi.

    İnsanlar gündelik hayatlarından nefret eder. Hep daha iyi bir şeyler isteriz. İşle güçle geçen şu gündelik hayatımızın yavan ve sıradan olduğunu düşünürüz. Oysa bir gün, bir gün… The Monkees’in* bir bölümünde, Mike Nesmith lisedeyken okulun boş sahnesinde elinde bir gitarla “Bir gün, bir gün…” diyerek dolanıp durduğunu anlatır. Sonra bugün (bugün dediğimiz 1967, Monkees şöhretin zirvesindeyken) binlerce hayranının karşısında sahneye çıkar ve yine şöyle düşünmektedir: “Bir gün, bir gün…” Hayat böyle bir şey işte. Asla mükemmel olmayacak. “Bir gün” olmasını hayal ettiğiniz şey, hiç olmayacak. Asla. Bu her ne olursa olsun. Hayalinizi ne kadar iyi kurarsanız kurun, ona ulaşmak için gerekli tüm adımları ne kadar dikkatle atarsanız atın. Tam planladığınız biçimde gerçekleşecek bile olsa sizin sonunuz da tıpkı Mike Nesmith gibi olacaktır. Bir gün, bir gün… Hiç şüpheniz olmasın.

    Hayatınız değişecek. Orası kesin. Fakat daha iyi ya da daha kötü olmayacak. Bugünü dünle kıyaslayabilir misiniz? Geçmiş hakkında ne biliyorsunuz ki? En ufak bir fikriniz bile yok! Geçen hafta ya da on yıl öncesi şöyle dursun, dünün gerçekten nasıl olduğunu bile hiçbir biçimde bilemezsiniz. Gelecek mi? Unutun gitsin.

    İnsanlar büyük heyecanlar peşinde koşuyor. Uç deneyimler yaşamak istiyorlar. Bazı insanlar Aydınlanma’nın Nihai Uç Deneyim olacağı beklentisiyle Zen’e geliyor. Tüm Uç Deneyimlerin Anası. Oysa gerçek aydınlanma en alelade sıradanlıktır. Bir keresinde inanılmaz bir vizyon yaşamıştım. Zaman ve uzay içerisinde nakledildiğimi gördüm. Milyonlarca, yo, milyarlarca, trilyonlarca, katrilyonlarca yıl geçti. Mecazi olarak değil, gerçekten. Vınnn diye. Kendimi zaman ve uzayın ta en ucunda, şimdiye dek var olmuş her şeyin canlı zihinleri ve bedenlerinden oluşan devasa bir varlık olarak buldum. Acayip dokunaklı bir deneyimdi. Coşku vericiydi. Haftalarca uçar gibi dolaştım. Sonunda deneyimimi Nishijima Sensei’ye anlattım. Fasa fiso dedi. Hepsi benim kendi hayal gücümmüş. Neler hissettiğimi size anlatamam. Hayal gücü ha? Daha önce yaşadığım tüm deneyimler kadar gerçek bir deneyimdi. Az daha ağlayacaktım. O gün ilerleyen saatlerde bir mandalina yiyordum. Mandalinanın ne hoş bir şey olduğunu fark ettim. Nefisti. İnanılmaz bir turunç. Müthiş bir tat. Bunu da Nishijima’ya anlattım. İşte bu deneyim, dedi, aydınlanmadır.

    İnsana böyle bir öğretmen lâzım. Dünyaya daha böyle pek çok öğretmen gerek. Bir sürü öğretmen benim deneyimimi Atman’ımın Tanrı’yla birleşmesi, muazzam ve muhteşem şeylerin belirtisi olarak yorumlayıp manevi gelişimime övgüler düzer ve yola nasıl devam etmem gerektiği konusunda anlamlı sözler ederlerdi. Peşinen söyleyeyim ben de böyle bir şeye balıklama atlardım! Zokayı aynen yutardım. Bir öğretmen illüzyonlarınızı yerle bir etmiyorsa size hiçbir faydası dokunmuyor demektir.

    İhtiyacınız olan şey sıkıntı. Evrenin Ucunda Tanrı’nın Zihni’yle kaynaşmak; alın size heyecan! Hepimiz bunun için bu Zen teranesinin içinde değil miyiz? Mandalina yemek mi? Yapma be dostum! Mandalina yemekten daha bayağı ne olabilir ki?

    Birkaç yıl önce psikologlar bir araştırma için Budist rahipleri ve sıradan kişileri bir odada oturtup beyin etkinliklerini kaydetmek üzere EEG makinelerine bağlamışlar. Hepsine gevşemelerini söyledikten sonra odaya sürekli tekrarlanan bir uyarıcı, tik tak işleyen bir saat koymuşlar. Sıradan kişilerin EEG’lerinde birkaç saniye sonra beyinlerinin bu uyarana tepki vermeyi bıraktığı görülmüş. Budistler ise saatin her tik takını zihinsel olarak kaydetmeyi sürdürmüşler. Bu bulguya pek çok yerde değinilse de ne psikologlar ne de gazeteciler bunu nasıl yorumlayacaklarını bilemiyor. Oysa mesele gayet basit. Budistler kendi hayatlarına kulak verirler. Sıradan kişilerse düşünecek daha iyi şeyleri olduğuna inanırlar.

    Sıradan ve sıkıcı hayatınıza gerçekten yakından bakacak olursanız orada gerçekten muhteşem bir şeyler keşfedeceğinizden şüpheniz olmasın. Şu bildik, sıradan ve anlamsız hayatlarımız aslında inanılmaz keyifli – akıllara durgunluk verecek şekilde, muhteşem, biteviye ve amansız bir haz dolu. Böylesi bir keyfi deneyimlemek için herhangi bir şey yapmanıza da gerek yok. İnsanlar muazzam ve ilginç deneyimlere ihtiyaç duyduklarına inanıyor. Evet doğru, o muazzam ve travmatik deneyimler bazen insanları kısacık bir anlığına da olsa bir çeşit aydınlanma hali içine sokabiliyor. Bu deneyimleri bu kadar cazip kılan şey de bu zaten. Ancak bunun etkisi hızla geçiyor ve siz de kendinizi bir sonraki büyük heyecanın peşinde koşturur halde buluyorsunuz. Uyuşturucu almaya, binaları havaya uçurmaya, Indy 500’ü kazanmaya ya da ayda yürüyüş yapmaya ihtiyacınız yok. Himalayalar’dan planörle uçmaya, ağzınızın sularını akıtan ve “o da dünden razı” sekreterinizi becermeye ya da hoş insanlarla gece boyu süren partiler vermeye ihtiyacınız yok. Evrenin bütünlüğüyle kaynaşma vizyonlarına ihtiyacınız yok. Neyseniz o olun, neredeyseniz orada olun, yeter. Tuvaleti temizleyin. Köpeği yürüyüşe çıkarın. İşinizi yapın. Olabilecek en büyülü şey işte budur. Gerçekten Tanrı’yla bütünleşmek istiyorsanız, bunun yolu buradan geçiyor. Şu anda. Elinizi donunuza sokmuş, ağzınızın kenarında patates cipsi kırıntılarıyla bilgisayar ekranına bakıp “Bu herif kafayı yemiş ya,” diye düşünürken. İşte Aydınlanma bu an. Bu an, daha önce asla yaşanmadı ve geçtiğinde de bir daha yaşanmayacak. Siz bu ansınız. Bu an sizsiniz. Tüm Evrenle, Bizzat Tanrının Kendisi’yle bütünleştiğiniz an işte bu an.

    Yaşadığınız bu hayat, Tanrı’nın bile asla bilemeyeceği hazlar içeriyor.

    Brad Warner
    (Üstat Gudo Nishijima‘nın öğrencisi, Hardcore Zen kitabının yazarı)
    Çeviren: İnan Mayıs Aru

    Dipnot: * Eski Amerikan pop kültürünü bilmeyenler için; The Monkees bir rock’n’roll grubu hakkında 1967-68 yıllarında televizyonda gösterilen ve sonra 70’lerde yeniden yayınlanan bir TV dizisiydi. The Monkees’in tıpkı The Beatles gibi olması düşünülmüştü. Mike Nesmith grubun lideri, John Lennon karakteriydi. The Monkees adında çakma bir rock grubu turneye çıktığında, tıpkı birkaç yıl önce The Beatles’ınki kadar kalabalık bir çığlık çığlığa, yeniyetme hayran kitlesi toplaması ise herkesi hayrete düşürmüştü.

    nedircikler.com/...
  2. 10
    var olmaktan mutlu olmak, bir şeye gereksindiği için bir şey yapmamak. yürürken yürümek, yemek yerken yemek yemek. bir şeyi severek, isteyerek yapmak kısaca. zen'i tanımlamaya çalışmak beyhude bir çaba olsa bile onun güneşinden bir foton parçasını bile yansıtıyorsa ne mutlu...

    zen'i anlatan güzel bir hikaye...yaşamanın ve paylaşmanın esas olduğunu anlatıyor:

    -----------------------

    Tang Hanedanı zamanında Mutli Çinli ya da Güleç Buda olarak adlandırılan bir adam vardı. İsmi Hotei olan bu Çinlinin, kendisine Zen Ustası sıfatı vermek ve etrafına mürid toplamak gibi bir hevesi yoktu. Onun yerine sırtında içi tatlı, meyva ve şekerleme dolu bir torba ile sokaklarda yürüyordu. Bunları etrafını sarıp oyunlar oynayan çocuklara dağıtıyordu. Ne zaman kendini Zen'e adamış birini görse elini uzatıp "Bana bir lira ver," diyordu. Ve eğer birisi ona, başkalarına ders vermek üzere tapınağa geri dönmesini söyleyecek olursa yine şöyle diyordu: "Bana bir lira versene." Bir defasında oyun işine dalmışken başka bir Zen ustası yoldan geçiyordu ve sordu:

    - Zen'in anlamı nedir?

    Hotei cevap olarak hemen torbasını yere koyup sustu.
    Bunun üzerine Zen ustası yine sordu:

    -Peki, Zen nasıl hayata geçirilir?

    Mutlu çinli hemen torbasını omuzuna atıp yoluna devam etti.

    ------------------------