kayıt

23 nisan 2012'de görülen rüya

  1. 1
    cem yılmaz’la tiyatro sahnesindeyiz. ikimiz de norveçliyiz. kaybetmiş, ezik iki tip. adressiz. başarısız. başarıya aç olduğu için kendini kaybetmiş iki palyaço. şerefsiz olduğu için her şeyi yapmaya hazır görünen tipler vardır ya, ikimiz de öyleyiz. gururumuz yok, fiyatımızı bile belirleyemeyecek kadar düşmüş durumdayız.

    ikimiz de gizli bir yerlerden, bir takım açıklanamaz bağlantılarla gelmiş, getirilmişiz türkiye’ye. bir filmde önemli ama küçücük iki rol için özellikle seçilmişiz. ikimiz de çok içiyoruz. ikimiz de içtikçe umutlanıyoruz. kariyerimiz için önemli bir merhale olacak oynayacağımız film. “oğlum, lan düşünsene gizli bir filmde oynayan ilk norveçli palyaçolar olarak ülkenin sinema tarihine geçeceğiz.” böyle diyor cem yılmaz. ben de o sevinsin diye seviniyorum. yoksa kendi adına sevinemeyecek kerte bitik durumdayım.

    filmin senaryosunu görmek istediğimizde, görüştüğümüz adam, “şaka mı ediyorsunuz, bu gizli bir film!” diyor. cem, böylece adamın teklifini kabul ediyor. beni de “şöhret gömleğini giyeceğiz oğlum!” diye kandırıyor. ikimizin görüntüsü de dünyadaki görüntülerimize benzemiyor: cem zayıf, kel. olduğundan kısa boylu. ben şişman, uzun saçlı. sırık gibi. ikimizin de italyan yapımı gözlükleri var: çerçevesiz. hatta bu çerçevesiz gözlüklerimiz türkiye’deki insanlara tuhaf geliyor. sanırım, doksanlı yılların başındayız. cem, norveç’ten bir arkadaşını aramak istediğini söyleyince, yönetmen yardımcısı genç kadın, ona ankesörlü telefon jetonu uzatıyor. “milletlerarası jeton” bir avuç dolusu. cem eğilerek selamlıyor kadını. bense mahcup köşede oturmuş, burada ne işimiz var diye söyleniyorum. arayacağım hiç kimse yok. bir insanın hiçbir telefon numarasını ezberlemeyecek kadar yalnız olması, ne feci bir şey. elimdeki kadehi tepeme dikiyorum. ama sarhoş olamıyorum.

    [cem’le türkçe konuşuyoruz. ama norveçliyiz. dolayısı ile türkiye'deki diğer insanların hiçbirinin konuştuğu hiçbir şeyi anlayamıyoruz. sadece yönetmen yardımcısı kadın ingilizce biliyor. cem de bir sirk tecrübesinden yola çıkarak kadınla ingilizce konuşuyor. ama tarzanca olduğunu kadının mimiklerinden anlıyorum]. “keşke evlenseydim!” diyorum. yaşım elliyi geçmiş. genç evlensem şimdiye torunlarım bile olurdu, diye kahırlanıyorum. cem yılmaz benden daha yaşlı ama benden daha hızlı. daha genç görünüyor. “hayatımızın rolü bu oğlum! sinema tarihindeki ilk gizli filmde oynayan ilk palyaçolar olarak ders kitaplarına girip hiç çıkmayacağız!” diye gaz veriyor bana. ben de ezik bir tip olduğum için, kadeh kaldırıp “şerefe” diye bağırıyorum.

    tiyatro sahnesindeyiz. repliklerimiz türkçe. ezberleyene kadar canımız çıkmış. cem, rol icabı, benim babam. bense hayırsız evlat. bir dakikalık rol için bir ay manyak gibi hazırlanmamız koymuyor bize: parasız iki sirk palyaçosuyuz, bir ay boyunca yatacak yer, düzgün yemek veriyor yapımcı şirket. yönetmenin aşırı derecede titiz olduğunu fısıltıyla söylüyor yönetmen yardımcısı kadın. benim kafama repliğim takılıyor, yönetmenle görüşmek istediğimi söylüyorum. yönetmen yardımcısı kadın fenalaşıyor: “yönetmenle konuşamazsınız. o gizli. bu filmin yönetmenini sadece ben tanıyorum. hiçbir oyuncu onu görmedi! yönetmenin direktiflerini ben iletiyorum oyunculara, ama oyuncuların önerilerini, düşüncelerini yönetmene iletmem yasak, işimden olurum. kariyerim için çok önemli bu film! yönetmeni tamamen gizli ilk film olacak sinema tarihinde, üstelik, müthiş tecrübeli biri. ağzımı bile açamam. siz de sakın ha, iş bilirlik taslamayın. ne yazıyorsa onu oynayacaksınız. zaten bir dakika görüneceksiniz filmde, o da yönetmen montajda kesmezse!”

    cem yılmaz, kolumu çimdikleyerek uyarıyor: “oğlum öyle iyi oynayalım ki yönetmen asla kesmeyi düşünmesin!” sözleşiyoruz. tüm gece çalışıyoruz. sabaha kadar. tiyatro sahnesine çıkıyoruz. senaryoya göre tiyatro oyuncusu olmayan iki sarhoşuz. cem baba, ben oğul. tiyatro sahnesinin yanındaki bardan sarhoş çıkmış, nereye gittiğimizi bilmeden yanlışlıkla önce kulise sonra sahneye girmişiz. cem yılmaz ağlamaya başlıyor, senaryoda yok, ağlamaması için çırpınırken, yönetmen yardımcısı, bizim göremediğimiz salonun en arkasındaki karanlık noktadan bağırıyor: “yönetmen devam dedi!”

    ben de ağlıyorum. ağlaşırken, cem kucağıma yığılıyor. kalbi duruyor. kalbinin durduğunu anlıyorum. ama senaryoya öyle bağlıyım ki, “öldü” diyemiyorum. cem yılmaz kucağımda ölüyor, ben de sadece, anlamını bile tam öğrenemediğim, türkçe cümleyi kuruyorum: “çok iyiydin baba!”

    senaryoya göre sahne bitiyor. yönetmen yardımcısı, yönetmen, ışıkçılar, sesçiler alkışlıyor. ben norveççe “sahiden öldü!” diyorum. tarihe geçtiğimizden eminim. bunun anlamını bilmiyorum.

    uyandığımda sabah ezanı okunuyordu.