1
gene aynı yerdeydik veya orada uyanmıştık bilemiyorum. Bulduğumuz güneş ışığı bize yetiyordu oysaki, umrumuzda olmamalıydı nerede uyandığımız.
Beklediğim son ana kadar değerdi seni izlemek ve değdidi de her zaman ki gibi. Gene o ağacın kenarında oturuyordun. Rüzgar saçlarını yalayıp geçiyorum pervasızca ve sen umursamıyordun. Sanki umrunda değildi ömründen geçen saniyeler, dakikalar, rüzgarın götürdükleri. Yanına doğru yaklaştım, hala oradaydın. Bana bakmıyordun ama hissediyordun biliyorum.
Yanı başında duran sigara paketinden aldığım bir sigaradan büyük bir iştahla bir nefes çektim. Güneşim son demleriydi, yüzüme vuruyordu.
Suskunluğunu bozmadın, hep olduğu gibi gülümsüyordun. Neden bilmiyorum ama bende gülümsedim. Mutlu olmuştum. ilk kez seninleyken mutlu olmuştum. Karanlık çökmek üzereydi ve sen hala oradaydın. "Korkmuyor musun?" diye sordum. Sense sadece gözlerimin içine baktın ve gülümsedin. O an kendimi çok yalnız hissettim ve üşümeye başladım. Bir yaz günü deyim yerindeyse iliklerime kadar donmuştum. ardından dudaklarının arasından şu kelimeler döküldü;
"Ben.. Ben hiç varolmadım ki..."
2
paylaşmak istemediğim öykülerdir. eğer tutup da öykümü paylaşırsam minimal değil, maksimal yazıcam yoksa.*
3
tren istasyonu'na geldiğinde çantasındaki silahı ne yapacağını düşünüyordu.
parmaklarındaki barut izlerini yüreğinin kırmızısıyla buluşturup hayatı yeni bir açıyla aydınlatmak gibi bir düşüncesi vardı sanırım.
ama olmadı.
silah yanlış kişiye kustu kinini.
o da fırsattan istifade klişeyi yerine getirmek için tren istasyonuna gelmişti.
belki yolda rowling gibi bir hikayenin başlangıcını yapardı,
tecrübesinin üzerine betimlemeleri akıtıp insanların kafasından taramalı tüfekle boşaltırdı sözcüklerini.
yeni bir başlangıç yapardı,
sonunu beklerken hayata yeniden başlardı,
belki de akması gereken onun kanı değil;
vicdanıydı.
aslında bunların hepsi safsata,
yine silahı kafasına dayamış,
dudaklarındaki sigarasından son bir fırtını almış,
ben bunları yazarken tetiğe basmıştı bile.
şah mat hayat!
elveda.
4
iki üniversite öğrencisi karşıdan karşıya geçerken araba çarpmış ve ölmüşler..
5
ali korkuyordu.
toparlanmaya çalıştı. zamanı ayaklarının altına aldı ve arkadaşlarının yanına gitti. anlattı, kendini yeniden tanıştırdı. halini gören arkadaşları onunla dalga geçtiler. önünden geçip giderken, tepki vermeyeceğini bildikleri için uygunsuz şakalar yapmaya başladılar. bir gün kendine güvensiz, silik biri yaratmak için sırtını kamburlaştırıp yanaklarını sarkıtıyor, ertesi gün ise güçlü kuvvetli cesur bir adama ihtiyaç duyup tam tersi pozisyona sokuyorlardı. ali'nin elini kaldırıyor, başını çeviriyor, boynunu büküyorlardı. donuk varlığıyla bu zamana kadar hiç görmediği ilgiyi topluyordu.
insanların kendisine verdiği şekiller zamanla onları tatmin etmemeye başladı. daha fazlasını yapabilirlerdi.herkese gösterilmeliydi bu adam, kendilerine mal edilmeliydi. bulunmaz bir fırsat, bir keşifti. şu kollara bak, havaya kaldırıyorum, hiç itiraz etmiyor görüyorsun değil mi? işte, yavaş yavaş iniyor aşağı, ayarı bozulmuş bir oyuncak gibi. bu bir yarış. bir yapboz, bir çocuk oyunu.
ali'nin varlığı gittikçe bir güç savaşına dönüşüyordu. bazen masalarının yanında dikilmesini emredip gelen geçene işaret ederek sahip oldukları bu adamla övünüyor, bazense evlerine taşıyıp -dikkat edin kırılmasın- onu değerli bir heykel gibi sergiliyor, sıkılınca da aldıkları yere geri bırakıyorlardı. ali, çocuklara bir eğlence, yabancılara bir sanat eseri gibi gururla sunuluyordu.
fazla bir şey değil, doğru hareket etmek istiyordu. mesela şu kendine yaklaşan yabancının omzuna elini koymak. merhaba diyecekti. ben ali, nasılsınız? gözleriyle selamladı yabancı adamı. kolunu kaldırmaya çalışıyordu ki, daha dirseği havada, eğri bir haldeyken adam uzaklaşmaya başladı. karşıdan onları izleyen kadına baktı. "önceki gün de buradaydınız değil mi? elbiseniz çok yakışmış. bu yamuk duruşuma bakmayın lütfen, birazdan geçer. isminiz?.. ben ali. " zorla oynattığı dudaklarından çıkan cılız kelimeler kadına ulaşmıyordu. iki büklüm bir halde yanına yürümeye çalıştı. kadın ilerledi. kendisine yaklaşıyor. yo hayır, kapıya yöneldi. "durun, sizin için açmama izin verin." tam birkaç adım gitmişti ki zilin sesini duydu. yine mi? istemiyorum, demesine kalmadan bir adam geldi, belinden tutup kaldırdı. müzayede bitmiş, bu sefer ucuza gitmişti.
ali bahçelerde duruyor, meydanlarda sergileniyor, özel günlerde bir hediye gibi elden ele geziyordu. kendisine ne anlam yüklemek isterlerse o oluyor, sesini çıkartmıyordu. dışarının hızlı ve değişken düzeni karşısında antik bir saat gibi, kendine ait ağır bir zamanın içinde, olan biteni bıkkın gözlerle izliyordu. ne zaman bitecek? ne zaman çekilecekler? onlar gittiği zaman kendisinden geriye ne kalacak? ağlamak istiyordu. çaresizce. donuklaşan vücudundan dışarı yol bulamayan yaşlar, içeri akıp kalan son boşlukları dolduruyordu.
ali dua ediyordu.
küçük adımlarının arkasında, tarihi, zamanı, hikayesi insanlar tarafından belirlenen gezgin bir anıta dönüşürken, tek bir dua ediyordu. yaramaz bir çocuğun gelip çelme takmasını. düşüp paramparça olmayı. kütükleşen kollarının, taşlaşan kafasının içinde yer alan şeyin uçup serbest kalabilmesi için tuz buz olmayı. küçüklüğündeki gibi koşup zıplayabilse bunu kendisi de yapabilirdi ama elinden gelen en büyük hareket, artık sadece, durmaktı. bir çocuk olmalı. yaramaz. gözüme bak lütfen. kır beni. sen, evet gel buraya. düşür beni, gitme. nereye? gitme de kır beni. ali'nin kim olduğunu öğrenebilmem için. çocuk!
beton binalar arasında bir görünüp bir kayboluyordu. grileşmiş görüntüsüyle çocukların da dikkatini çekmiyordu artık. o kadar yavaşlamıştı ki, yürüdüğü bile farkedilmez olmuştu. evine giden merdivenleri çıkamıyor, parklarda iğreti yolun ortasında engel, şehir meydanında ucube kalıyordu.
dinlenmek, şehrin bittiği yere gitmek istiyordu. gidecekti de. neresi olduğunu bilmeden, ne kadar süreceğini kestiremeden, kimsenin farketmediği bir hızla terk etmeye koyuldu. sessiz bir köşe. tik. iğreti duruşunu kimsenin göremeyeceği bir yer. tak. istediği şekle girip öylece kalabileceği gizli bir alan. tik tak. uzun bir yolculuk olacaktı. tik... kimse farketmeyecekti. tak... evet, işte, karşıya geçecek ve dümdüz ilerleyecekti. tikk... kolay. takk.. bir adım. ışıklar. ikinci adım. kırmızı. beş, altı, aynı yer. hareket.. biraz daha, biraz daha zaman. küçük de olsa bir ilerleme. hadi! ilerle zaman. adımlarımla ilerle. görmüyor musun, gidiyorum. yedi, sekiz. ışıklar. lütfen şimdi durma.
ali, kimsenin ilgilenmediği bir şehir süsü, caddenin kenarında bir elektrik direği, bir trafik lambası gibi kaskatı duruyordu.
bu sırada yolun kenarındaki sinirli adam yumruğunu havaya kaldırıyor, aynı zamanda bir kadının topuğu bileğine takılıyor, ve dikkatsiz bir sürücü kendisine doğru hızla ilerliyordu ki, ali gözlerini bile kapatamıyordu.
kendi parçalanışını, gürültüyle yuvarlanan gözleriyle izlemeye başlarken, gösterişsiz ve hikayesiz, yolun kenarına saçılırken, alelade bir eşya, yukarıdan düşen bir toprak saksısı gibi, serçe parmağı, kolları bacakları sırtı dişleri saçları, birbirine çarparken kemikleri, düşleri, gülüşleri, anıları.
birbirine çarpıp, dağılıp, savrulurken, iken, dedi, kimim ki ben?
6
Çizmelerinin yarattığı topuklu ayakkabı efektli sesleri dinleyerek hastanenin koridorlarından geçti. Dopdolu bir acil serviste adını başkasından ilk defa duyduğu, kendi kafasında ise milyonlarca defa yeniden adlandırdığı ve anlamlandırdığı birini arıyordu. Bu, öyle bir insandı ki hayatında hem var hem yoktu. Hem, hep oradaydı hem de hiç bir zaman olmamıştı
Sessizce odaya girdi.
İki adım ötede, kızıl saçlarının dibi gelmiş, soluk bir kadın yatıyordu. Ağzının kenarındaki çizgiler, gözünün altındaki morluklar ya da yüzündeki lekeler yaş tahmini konusunda yardım etmeyince hasta raporuna bakmayı düşündü.
Demek annesi 37 yaşındaydı ! Şaşkınlığı yersizdi gerçi. Ne de olsa bir annenin çocuğundan vazgeçmesi için arada kendi hayatının olması az da olsa anlaşılabilir bir şeydi. Dosyayı karıştırmaya devam ederken, bir üvey kardeşinin olduğunu öğrendi ve tam o anda kapının sesiyle irkildi.
İyi giyimli ve oldukça yakışıklı bir adam içeri girdi. Beş dakikalık bir konuşmadan sonra adamın, annesinin avukatı olduğunu öğrendi.
-Şimdi ne olacak biliyor musunuz?, diye sordu Melisa.
-Annenizin böyle durumlar için tek bir isteği vardı. İnfazını isterdi. Ben de bunu gerçekleştirmek için buradayım.
-Peki ya sonra?
Avukat gülümsemesini saklamaya çalışarak, vasiyetini okumaya henüz yetkim yok ama önümüzdeki 8 saat boyunca durumunda bir değişiklik olmazsa yarına okumuş olurum.
-Bana haber verilmeyecek mi?
-Alınmayın ama, sizi dahil ettiğini sanmıyorum. On senedir Burcu hanımla çalışıyorum ve kızı olduğunu duymadım bile.
Alınmamıştı. Aksine, umutları vardı annesinin onu da dahil ettiğine ilişkin.
Bir süre sonra, yıllardır görmediği annesinin yanı başında, daha önce hiç görmediği bir adamla hayattan, geçimden, zorluklardan bahsederken buldu kendini. Adam oldukça anlayışlı biriydi. Hatta bazı konularda fazla anlayışlı ve güler yüzlüydü. Sohbetin gittiği yere bakılırsa, annesinin mal varlığına kavuştuğunda yapacağı ilk şey bu adamla ilişkisini ilerletmek olurdu.
Zaman su gibi akıp geçmişti.
-Bence anneniz geri gelmeyecek. Başınız sağ olsun. İyi bir kadındı.
-Tanıma fırsatım hiç olmadı ki.
-Annenize elveda deme şansınız olsaydı nasıl derdiniz bunu? Sizi daha çok küçükken tereddüt etmeden hayatından çıkartan ve asla arayıp sormayan bu kadına tepkiniz ne olurdu çok merak ediyorum.
-Hesap sorardım herhalde. ?
-Bunu yapma şansınız hala var.
-Nasıl ?
-Siz infaz edebilirsiniz onu. Nasılsa öyle olmasını istiyor ve benim yapmam şart değil.
Genç kızın gözleri parladı.
-Peki ya 8 saat ?
-Zaten yedi buçuk saat oldu. Bu noktadan sonra annenizin geri gelip gelmemesi benim için önemli değil. Sizin için de değil, sanıyorum.
Bu fikir genç kızın aklına yattı. Adamdan aldığı enjeksiyonla bir süre oynadı. Elinde gezdirdi. Doktor tripleriyle şırıngaya çekti ilacı ve ufak adımlarla annesinin yatağına ilişti.
2 gün sonra.
Genç adam yeni evinin balkonunda kahvesini yudumlarken gazetesini okuyordu. İnsanların ne kadar geri zekalı olabileceğini düşündü, özellikle de denilen her şeye inanan gençlerin. Üvey ablasını, kendi öz annesini öldürmeye ikna etmişti. Senelerce ikisini birbirinden uzak tutmaları işe yaramış olmalıydı. Üvey kardeşini cinayetten yargılatarak ve eski mal varlığına yeniden kavuşarak bir taşla iki kuş vurmanın tanımıydı.
7
''bir sonbahar günündeyim. daha mevsimlerden sonbahar değil belki ama benim gönlüm sonbahar, ruhum sonbahar.. bir ormanlık alandayım. ağaçlar yapraklarını dökmüş, yerler üstüne basılmış yaprak dolu. çıkardıkları cılız çıtırtıya aldırmadan üstlerine basa basa tek başıma ilerliyorum. tek başımayım. hafiften bir rüzgar esiyor, tatlı bir meltem.. beni üşütmüyor belli ki, rahatsızlık duymuyorum hatta hoşuma gidiyor, tenime her dokunuşuyla sanki ruhumu okşuyor bu meltem. rüzgarın hafif uğultusundan başka kulaklarımda yankılanan bir ses yok, etraf sessiz. bu ıssızlığa rağmen, ben yine de korkmuyorum, huzurla yürüyorum ağaçların, yaprakların arasından. kafamı toplamak istiyorum, düşüncelerimi bir sonuca bağlayıp ruhumu rahatlamak. bunu en iyi yalnızken yapabilirim diye düşünüyorum, işte şimdi tam sırası düşünüp rahatlasana diyor bana bir iç ses. bir yanım da düşüncelerimin büyüklüğünden korkuyor, olabileceklerden korkuyor. ama yine de kararımı veriyorum, düşüncelerimi açmalıyım diyorum kendi kendime. geçmişimden kalan yaralar, yakın zamanda yaşadıklarım, etrafımdaki kişilerin tavırları, sevdiklerim/sevmediklerim, hayatın sillesi geliyor aklıma. öncelikle hangisini çözsem, bilemiyorum. içime bir sıkıntı çöküyor aniden. o gönlüme huzur dolduran ortamın huzuru bile kalmıyor içimde. keşke şimdi sevdiğim yanımda olsa diyorum, kolunu belime atsa ve tek yürüdüğüm bu yolları beraber yürüsek..düşünüyorum. o eski zamanların utangaç ve masum aşklarının kalmadığı geliyor aklıma. bilirsin ya, şimdilerde niyet başka.. kendi halimden çok dünyanın bu amansız haline üzülüyorum ve kendimi etrafı gözlemeye veriyorum.. gökyüzüne bakıyorum ağaçların arasından. özgürlüğüne doğru uçan göçmen bir kuş görüyorum. yere bakıyorum yeniden, rüzgarla kıpırdaşan yapraklar.. ''tanrım!'' diyorum, ''tanrım sen ne büyüksün, baktığım her yerde senin izlerini görüyorum. uçan bir kuşta, yerdeki bir yaprakta.. ne büyüksün!''. yeniden düşünüyorum. düşünmek istemiyorum, uyumak istiyorum diyorum. şimdi bir ağacın altında uyuyayım, uyanınca düşünürüm. belki.. belki bir şeyler değişir... kendimi atıyorum bir ağaç kuytusuna, gökyüzünü izliyorum. ve rüyalara dalıyorum, uyuyorum...''. rüyam bitiyor ve ben yine dinç kalkamıyorum. sonbahar çocuğu tavrımı, rüyalarımda da yaşıyorum ve bu rüya böyle sonlanmayacak, biliyorum. mutlu son bir gün beni de bulacak
8
(entry' deki tüm kişiler ve olaylar tamamen hayal ürünüdür.)
birileri(kız) var, sevdiğinden ayrılmış. sevgilisi terk edeli 5-6 ay civarı olmuş. sebep? sebepsiz.. fakat geride kalan belli ki hala unutamamış. o' na ne kadar kızsa da hala daha keşke yanımda olsa diyor fakat bir yandan da o' nunla yaşadığı güzel günleri hatırlamama çabasında. bunu kimselere belli de etmiyor, etse yuhalanacak tüm tanıdıkları tarafından. içine kapanıyor. bir gün... bir gün otobüs durağında beklerken ve yine düşüncelere dalmanın doruğundayken, tanıdık bir sima görüyor. fakat kim olduğunu ilk başta çıkartamıyor. biraz daha yakınlaşayım, kim olduğunu anlayayım diyor kendi kendine. daha yakınlaşmasına gerek kalmadan o tanıdık simanın kime ait olduğunu görüyor.. eski sevgilisi... onu bırakıp giden, acılar içinde bırakan, eski sevgilisi... önce bi ne yapacağını şaşırıyor, acaba beni gördü mü diye düşünüyor. sanırsa görmüş olmalı. çünkü az önce neredeyse karşı karşıya geldiler. hızlıca bir karara varıp umursamıyormuş gibi davranayım diyor, ne kadar zor olsa da böyle davranmalıyım. ve o an şansına otobüsü geliyor, biniyor. allahtan aynı otobüse binmiyoruz diye düşünüyor kız. keşke görmeseydim, neden şimdi durup dururken karşıma çıktı ki bu, diye sorguluyor hayatı. halbuki bilmiyor ki bu kader.. hayat, böyle süprizlerle dolu.. bilmiyor... o' nu düşünmeyi aklından atmaya çalışıyor, günümün geri kalanını zehir etmemeliyim kendime diyor. fakat bunu başaramıyor. eski sevgili hiç aklından çıkmıyor, hem de hiç. günler böyle geçip giderken unuttuğunu hissediyor o' nu. artık adını bile anmıyorum, sanırım yaralarım artık tamamen kapandı diye düşünüyor. tam artık yolum açık diyorken, en yakın arkadaşından bir haber geliyor. iki tarafla da en yakın arkadaş.. o eski sevgilinin, kendisini sorduğunu, hakkında birtakım iddialar attığını söylüyor. rivayete göre eski sevgili, hala sevgili olduklarını fakat arkadaşının kendisini kandırdığını iddia ediyor. kız, bunu duyduğu zaman, sinirden küplere biniyor.. hemen bi şekilde ulaşıp bu yanlışı düzeltmeliyim, bu iftira böyle bu şekilde kalmamalı diye düşünüyor ve sadece gerçekten de maksadı bu olarak yazıyor eski sevgilisine. eski sevgili böyle bişey yaptım diyip gururundan ödün verir mi hiç? tabiki de vermiyor, inkar ediyor. birtakım şahitler olduğunu duysa bile karşı tarafa suç atıyor, yalandır diyor. halbuki hakikat ortada. bir şekilde allem ediyor kallem ediyor ve bu birileri dediğimiz şahsiyeti kandırıyor. barışıyorlar. önce numarasını istiyor, bizim kızımız da zaten aşık ya, kendini tutamayıp daha fazla dayanamıyor ve numarasını veriyor. fakat yine de soğuk konuşmayı başarıyor. belki de üstünden aylar geçtiği için böyle soğuk davranabiliyor, bunun sebebini kendisi de bilmiyor. mesaj atıyor eski sevgili. ben bir hata ettim, gel barışalım. ne istersen yaparım, eğer sana bir daha kötü davranırsam ne sen benim yüzüme bak ne de ben senin yüzüne bakarım diyor. herkese söylerim ilişkimizi, herkes duysun hiçbiri umrumda değil diyor. o birileri diye bahsettiğimiz kişi çok seviniyor, hatta gözlerinden sevinç gözyaşı damlıyor çünkü aylardır beklediği şey aslında bu. ama.. ama yine de emin olamıyor. sevgilisi ya bırakıp giderse yeniden durup dururken? işte o zaman hiç dayanamam diye düşünüyor. ben idare edemem bu çocuğu diyor. sevgiliye cevap atıyor, ben seni idare edemem bunu yapamam diye. ama eski sevgili niyetinden vazgeçmeyecek belli. ve o an, kız, düşünüyor: ''aylardır bunu bekliyordum ben, zaten aslında bana ne yaparsa yapsın sevgim azalmadı, ne olacaksa olsun son bir şans vereyim. bunu kullanamazsa artık bir daha kesinlikle yanına yaklaşmam.''. duygularının esiri olup kabul ediyor teklifi.. olay hayırlılardan bir cuma' da gelişiyor. pazar günü buluşma sözü veriyorlar birbirlerine. pazar günü gelip çatıyor. kız çok heyecanlı. aylardır sevdiği adamı görmemiş çünkü ve aylar sonra ilk defa sevdiğini görecek, sesini duyacak, yüzüne doyasıya bakacak. buluşmak için bir noktada sözleşiyorlar. kız tam zamanında varıyor o sözleştikleri yere. bekliyor, bekliyor.. oğlan yok. oğlan, kızı başka bir noktaya çağırıyor, kız gidiyor. kız, oğlanın yaya geleceğini düşünüyor halbuki çocuk arabasıyla gelmiş. kız önce bi tereddütte kalıyor acaba arabaya binmeli miyim yoksa binmemeli miyim diye. biniyor arabaya. ne de olsa ikisinin anneleri önceden beri komşu, yani tanıdık. bu yüzden, kız korkmuyor oğlandan hiç. seviyor zaten deliler gibi, neden korksun? manzaranın en güzel olduğu yerlerden birine gidiyor sevgiliyle. eski sevgili demiyor artık ona, bu tabiri yakıştıramıyor. sevgili diyor, sevgilim.. tüm şehir ayaklarının altında gittikleri yerde. oturuyorlar bir kayalığa. ne konuşacağını da bilmiyor ki kız. ortak noktaları olacak konuları bile kalmamış o kadar zaman içinde. kız, sevgilisini ne kadar da özlediğini fark ediyor. onun yanındayken, sıcaklığını hissettiğinde daha iyi anlıyor bunu. konuşmaya başlıyorlar. kız fark ediyor ki, sesi.. sesini nasıl özlemiş. ah bir de sevgilisi bilse bunları. ama söylemek istemiyor. sevdiğini söylerse, sevgilisi çekip gider diye korkuyor çünkü. sessiz kalıyor. bir ara sevgilisinin gözlerinin içine bakıyor. o eski ateşini hiç kaybetmemiş o gözler.. bir kez daha aşık oluyor kız.. bir süre sonra sert bir esinti başlıyor. aylardan şubat, günlerden pazar... güneş var ama ısıtmıyor, gerek de duymuyor kız güneşin sıcaklığına, sevgilisinin gözleri yetiyor onu ısıtmaya. şans o ki, kız hava güzel sanıp ince giyinmiş. e hava soğuyunca haliyle kız üşüyor, üşüyor.. sevgilisi ceketini veriyor kıza, kendi ince bir gömlekle kalsa bile. kız, ceketi giyiyor, üstünde emanet gibi duruyor ceket. ikisi de bununla dalga geçip, kahkahalarını atıyorlar. mutlular. kız, sevgilisi üşüdüğü için üzülüyor. gel bari elini ceketinin cebine sok da ısınırsın diyor. elini koyuyor ceketinin cebine sevgili. işte o an ilk kıvılcımlar başlıyor aralarında. sevgili, ceketin cebindeyken kızın elini tutuyor. kız o dokunuşun verdiği sıcaklığı hissediyor. hem de o kadar uzun bir aradan sonra bunu hissediyor, hissedebiliyor. kalbi yerinden çıkacak gibi oluyor. bu an hiç bitmese keşke diye düşünüyor kız.. bir süre geçiyor, hava ılınıyor. kız, sevgilisine ceketini geri veriyor, sevgilisi ceketini giyiyor ve daha sonra sarılıyor ona. kız mutlu, sevgilisi de mutlu görünüyor gibi. bilinmiyor. bir süre böyle oturduktan sonra, sevgili, arabasıyla evin yakınına kadar getiriyor kızı. kız, sevgilisinden ayrılacağı için üzgün, çok üzgün. ama çok yakın zamanda yeniden buluşacaklar, bunu biliyor. zaten aslında evleri birbirine yakın, bir şekilde denk geliriz diye düşünüp kız kendini teselli ediyor. ikisi de mutlu bir şekilde evlerine dönüyor.........
bir süre gittiği yere kadar gidiyor ilişkileri. sonra.. sonra ne mi oluyor? ayrılıyorlar. neden mi? yine nedensiz, yine sebepsiz...
ve yine bir kez daha, mutlu sonla bitmiyor bu aşk hikayesi...
9
Odanın içi sigara dumanıyla dolmuştu ama onun içinde ise bir boşluk vardı, o kadar ki odayı kıskandı ve hava çok soğuk olmasına rağmen kapıları, pencereleri açtı.
10
Yansımasıyla arasına giren aynadaki buğuyu, bir film karesindeymişçesine elinye sildi. Daha tam kurulamadığı alnına yapışan ıslak saçlarını geriye doğru attı ve karşısındaki adamın gözlerinin içine bakmaya başladı. Ne görüyordu orada? Başarısız bir sevişmenin ürünüydü. Babam dediği adamın erken boşalma sorunu ve annem dediği kadının da doğum kontrolü denen olaydan bihaber durumu, bu sonucu doğurmuştu. İki beceriksiz cahilin boş lakırtısı. Gerçi babasına pek de kızamıyordu, çünkü kendi hala dipsiz karanlık kuyulara girememişti. Oldu ki denk gelseydi, o da daha nerede olduğunu hissedemeden söner giderdi. Hayattaki tutacağı yer peçeteyle silinip çöpe atılacak kadarken şimdi aldığı bu şekil neye benziyordu? Bir tohum ? Olabilir. Bereketli bir toprağa düşmüş gür bir meşenin palamudu olabilir miydi? Yoksa çatlamış toprakta rastgele ısırılıp tükürülmüş bir salatalığın tohumu mu? Bu daha yakın geliyordu aynadaki yansımasına. Oysaki bakışlarını aynadan bedenin aşağısına çevirdiğinde gördüğü şeyin cevabı olmasını yeğlerdi bu sorunun fakat o da daha çok tüylü bir bamyanın tohumuydu. ?Tohumunu siktiğim? diye küfretti içinden. Sonra saç kurutma makinesinin düğmesine basarak, saçını kurutmaktan çok çıkarttığı gürültüyle beyninin içindeki sesleri bastırmaya çalıştı ya da tohumlarını savurmaya.
11
Dizlerinin üstüne eğilmiş, dirseklerini dizlerine dayamış, ellerini çenesinin altında kavuşturmuş mavi bir koltukta oturuyordu. Bakışları bir noktaya sabitlenmişti. Etrafında insanlar konuşuyor, eğleniyorlardı. Etrafındaki ses dalgınlığını yoğunlaştırmasına rağmen gözlerinin ucuyla kendisine doğru gelen kadını gördü.
Kadının yeşil, büyükçe gözleri ona doğru gelirken ışıldıyordu. Kendisine yaklaştıkça mutluluğundan kaynaklanan gülümsemesini gördü adam. Kadın yanına oturdu:
“Eee?”
O an başka herhangi bir yerde olmayı diledi adam. “Bırak beni. Bırak düşüneyim!” düşüncelerine tekrar daldı adam ancak artık çok geçti. Kafasının içine geri döner dönmez kendisini kendisiyle buldu.
Uzun bir masada oturuyordu. Etrafında sandalyelerde kendi gibi görünen üç adam daha vardı. Biri sandalyesini arka iki ayağı üstünde dengelemiş, ayaklarını masanın üstüne koymuş umursamaz bir ifadeyle oturuyor saçıyla oynuyordu. Bir diğeri üzgün ve kaygılı bir şekilde oturmuş ellerini bacakları ile sandalyesinin arasına sıkıştırmıştı. En sonuncusu ise masanın başında oturmuştu. Sandalyesi diğerlerinden biraz daha büyük ve daha yüksekti.
“Eee?” dedi yüksek sandalyede oturan sırıtarak. Kadının lafını tekrarlamaktan hoşlandığı belliydi.
“Neden böyle bir şey yapmak zorundayız? Neden şimdi?” diye sordu endişeli olan.
“Hiç böyle bir durumda olmamalıydık zaten.” dedi masaya bacaklarını atmış olan.
O zamana kadar susan kendisi ağzını açtı:
“Ona karşı bir şeyler hiss-“
Uzun sandalyede oturan aniden burnundan hava verip küçümser bir ifade takındı. “Bir şeyler hissediyormuş. O kadar eminsen neden buradayız?”
Sustu. Diğerlerine baktı. Umursamaz tavırlı olan homurdandı burada olmak istemiyordu. Endişeli olan yalvarırcasına kendisine bakıyordu.
“Bırakalım bitsin” dedi yüksek sandalyede oturan. “Daha fazlasına gerek yok.” Sırıtışı daha büyümüştü. Konuşmanın hakimiyetini eline aldığını biliyordu. Kimse başka bir şey söylemedi endişeli olan karamsarlığa bürünmüştü.
Bacağına değen eli hissederek düşüncelerinden sıyrıldı adam. Ne kadar süredir daldığını bilmiyordu. Kadın yeşil umutla parıldayan gözlerini gözlerinin içine dikmiş şefkatle gülümsüyordu.
“Sanırım ben yapamayacağım.” dedi adam.
Kadının gözlerindeki umut hızlı oynatılan fırtına bulutları gibi karardı birden, adamın bacağındaki eli seğirdi, ayağa kalktı. Tekrar kafasının içine dönen adam az önce hep beraber oturdukları odada buldu yine kendini. Başını ellerinin arasına aldı.
Yalnızdı.
12
kapı tıkladı.
-gir
i̇srafil içeri girdi.
-bir maruzatım var efendim.
-seni dinliyorum.
-sıkıldım efendim.
-anlamadım.
-efendim sıkıldım. bana verdiğiniz görevi yerine getirmek için 5 milyar yıldır bekliyorum. kıyamet ha bugün gelir ha yarın gelir diye her sabah umutla kalkıyorum. sur’un başında yerimi alıyorum ama nafile. cebrail’in, mikail’in hele azrail’in ne kadar güzel görevleri var. ben neden sürekli oturuyorum?
allah kafasını yavaşça kaldırdı;
-sur’u temizledin mi i̇srafil?
-temizledim efendim.
-git bir daha temizle.
i̇srafil yine bir şey elde edememiş olmanın üzüntüsüyle geri geri çekildi ve kapıdan çıkıp gitti.
bir gün önce gerçekleşen bir olay allah’ı yine sinir etmişti. çok sevdiği bir kulu hastalanan devesini bir deve bakıcısına götürmüştü. deve bakıcısı kullarının iyi insan zannettiği bir kanı bozuktu. aslında devenin bir şeyi yoktu. ağzında biriken köpükleri yutmuş bu da midesinde aşırı gazlanma yaratmıştı. deve bakıcısı bunu hemen anladı ve adama;
-bu deve ölmek üzere mü’min. bunu ancak çok güçlü bir dua ile iyi edebilirim. bana mısır otu, serçe sütü, kertentele götü, kangal iti ve üstünde biti lazım.
-aman devecibaşı ben bunları nereden bulurum?
-sen git 2 altın hazırla, malzemeleri bendekilerden kullanırım. 5 altından aşağı olmazdı ya, babanı çok iyi tanırım senin.
-allah senden razı olsun devecibaşı, allah ne muradın varsa versin devecibaşı,
diye diye gitti adam. deve gazını attı, devecibaşı boş beleşten 2 altını kaptı. sorun da burada başladı. kur’ana allah sevdiği kulların duasını kabul eder diye yazdırmıştı. hayır duasını eden sevdiği kuldu. devecibaşının ne muradı varsa vermesi gerekiyordu, ancak devecibaşı murad değil azab hak etmişti. azab verirse bu kez de dua kabul olmamış olacaktı. sistem bug’larından nefret ediyordu. musa ile yahudi.exe sürüm1’i yolladığı zaman bu buglardan çok çekmişti. hemen davut ile zebur ismini verdiği yahudi.exe sürüm2’yi yollamış ancak bu sürümdeki aşırı hatalardan sonra şeytan’ın “ben kazandım pes et” sataşmasına maruz kalmıştı. bunu saymam yeni bir din göndereceğim deyip, bambaşka bir işletim sistemi hazırladı. i̇sa kanalıyla yolladığı incil.exe1’e bir sürü virüs bulaşmış, orijinal yazılım tamamıyla bozulmuş, dört farklı yazılım ortaya çıkmıştı. bir süre katolik.png ile bir süre protestan.jpeg biraz da ortadoks.gif ile idare etmiş, ancak şeytanın “yenilgiyi kabul et işte ben kazandım” sataşmaların artmasından sonra son bir kez daha mızıkçılık yapmış ve ustalık eserim dediği i̇slamiyet adlı işletim sistemini geliştirmişti. daha önceki sistem hatalarını düzeltmiş, demoyu piyasaya sürmeden önce defalarca kontrol etmişti. şimdi götü boklu bir bedevinin saçma sapan hareketiyle her şey mahvolamazdı.
allah telefonu kaldırdı, biraz bekledi.
-cebrail derhal yanıma gel.
aradan 1 saniye bile geçmedi. kapı tıkladı;
-buyrun efendim.
-mikail nerede?
-dünya’da efendim, avusturalya taraflarına bir kasırga yollayayım falan diyordu.
-azrail?
-o da dünya’ya gitti efendim. müslümanlarla, kafirler kapışacak bugün, çok telaşlıydı 8744 can alıp geleceğim, kapıyı açık tutun dedi giderken.
allah cevap vermedi. bunun üzerine cebrail;
-efendim muhammed’den size bir sistem geri bildirimi var. i̇zniniz olursa arzedeyim;
-yine ne arıza var, yeter artık ama.
-efendim muhammed diyor ki, kadir gecesini 1000 aydan daha hayırlı kılındığı bilgisi var. 1000 ay 83 yıl yapıyor. bu zaten bir insan ömrü demek. hayatı boyunca adam öldürmüş, kul hakkı yemiş kişilerinde direkt cehennemlik olduğu bilgisi var. şimdi hayatında bir kez kadir gecesinde tam ibadet yapıp sonra da bu günahları işleyenler hakkında ne gibi bir uygulama yapılacak.
-haydaaaa dedi allah. yav kardeşim bu sorunlar demo testimizde neden ortaya çıkmaz da böyle piyasadayken uğraşıp duruyoruz. tamam ya daha kaç kez mızıkçılık yapacağız. onun da bir sınırı var. kaybettim kardeşim. şeytan kazandı. tamam ben kaybettim. güneye gidiyorum ben. git muhammed’e söyle din işini falan bitirdim. bundan sonra din de yok peygamber de yok. kendisi son peygamberdir. aynen böyle ilet. yönetimi de madem sıkılıyormuş i̇srafil’e veriyorum. azrail’e mikail’e bir şey söylemeyin. onlar dünyada aynen öyle devam etsinler. sen benimle güneye gel. i̇srafile de söyle işin başına geçsin. i̇nanç işi bitmiştir. geçmiş olsun. ölen herkesi cennete yollayın.
-cehennemi ne yapalım efendim?
-söndürün
-koca cehennemi nasıl söndüreceğiz efendim?
-cennetin şaraptan ırmaklarını cehenneme yönlendirin olsun bitsin. onu da vaad etmeyiverelim. dünyada da yasakladım içkiyi, söyleyin muhammed’e kur’ana ekleyiversin.
o günden sonra i̇srafil hükümdarlığı bitmesin diye sur’a üflemek olayını rafa kaldırdı. dünya’nın karmaşıklığını, savaşlarını, adaletsizliği, açlığı bir süre çözmeye çalıştı ancak boyunu aşınca vaz geçti. umursamıyor ve keyif çatıyordu. cehennemin artık olmadığı bilgisine cinler vasıtasıyla ulaşan bazı insanlar, azgınlıklarını iyice arttırdılar. sahipsiz kalan ve gittikçe gaddarlaşan insanlar, sur’a üflenmeyecek olsa da dünyayı yavaş yavaş yok ederek kendi sonlarını hazırlıyorlar.
artık kıyamet, insanların kıyametidir.
13
hikmet bey'in yüzü
"ne zaman aynaya baksam hep aynı yüz hikmet bey, sabah "günaydın" diyen de aynı yüz, işe uğurlayan da aynı yüz, gece olunca "iyi geceler" diyen de... neden hep bu yüzle muhattap oluyorum ben hikmet bey? oysa insan farklı yüzler de görmek ister. ben bu yüzden nefret ediyorum hikmet bey. sırf bu yüzden..."
14
... kitabı eline aldı, sayfaları hızlıca karıştırmaya başladı. bunu o kadar hızlı yapıyordu ki gözleri ve beyni kelimelerin tespiti konusunda oldukça yetersiz kalıyordu. aniden kitabın ortasında bir yerde tek bir cümle ile doldurulmaya çalışılmış bir sayfa fark etti. o yegane cümlenin üç kelimesini henüz okumuştu ki başını yavaşça yukarı kaldırdı. tek bir cümle ile doldurulmaya çalışılmış o saman rengindeki sayfa ile kendi hayatı arasındaki benzerliği fark etmesi yalnızca birkaç saniyesini almıştı. gözlerini tekrar cümleye yönlendirdi. aynen şöyle yazıyordu: "ben geçmişsem ve sen de geleceksen, buluşacağımız bir bugünümüz var bizim."...
15
en güzel yalan
söyleyeceğin en güzel yalan, en acı gerçeğimi en güzeli yapamayacaksa eğer, kendine sakla o yalanı. yeterince duydum ben zaten o yalanlardan. ha aralarında güzelleri yok muydu? elbette vardı. vardı ama ben artık sadece en güzelini arıyorum. en güzelini duymak istiyorum yalanların. ve korkarım ki oda sende yok. üzgünüm de aynı zamanda. üzgünüm çünkü bu muhtemelen en acı gerçeğini en güzel yalan yapamayacak. yine de, bunlara rağmen, birbirimize benzemiyor muyuz sence biz? ikimiz de iyi birer yalancı değiliz. ne dersin?
16
çocukluk aşkım
sevmek sevilmek ne bilmiyoruz, gözlerimizin içlerine bakınca mutlu oluyoruz, durmadan oyun oynuyoruz ama seviyoruz. hem aynı takımda oluyoruz, hep beraber dışarı çıkıyoruz, beraber dondurma yiyoruz, beraber kaydıraktan kayıyoruz. hep beraber yapıyoruz. 2-3 yıl geçiyor aklımız erginleşiyor. biraz daha düşünüyor, daha çok sorguluyor, birbirimizin farkına varıyoruz. tam en güzel şeyler başlayacakken tak. tayin emri. babasının tayini çıkıyor. kamyonlar geliyor topluyor eşyalarını. ben uzaktan izliyorum. ağlayarak bakıyor bana. ve kamyonun hareketiyle biniyorlar arabalarına. son bir korna ile uzaklaşıyorlar oradan...
17
geçmişi öldürmek
"her şeyin ve herkesin katili olabilirsiniz. üçüncü şahısların, sevmediklerinizin, nefret ettiklerinizin, düşmanlarınızın, sevdiklerinizin, dostlarınızın hatta kendinizin bile... zamanın da katili olabilirsiniz geleceğinizin de. ama bir tek şeyin katili olamazsınız: geçmişinizin. ne yaparsanız yapın geçmiş maktul olmaz hiçbir zaman."
18
büyük yalancı
"ne büyük yalancısın sen? önce işlenmemiş günahlar uğruna satıyorsun ruhunu şeytana sonra da diyorsun ki şeytan ruhumu gasp etti. nasıl bir riyakarlık bu? yoksa yalancı değil de iyilik meleği misin kendince? öyleyse eğer kaç sevabınla aklayacağını düşünüyorsun şeytanın günahlarını? onun içindeki ateşi dindirecek mi ki feda edeceğin ruh? sen daha benim içimdeki ateşi dindiremiyorsun ki ... hem bilmediğin, belki de bilip de söyleyemediğin bir şey var kendine. şeytan, sen satmadıkça gasp etmez senin ruhunu. o yüzden satılık ruhlar vardır sadece, çalıntı ruhlarsa senin gibilerin uydurduğu en büyük yalandır."
19
hain
"aşkla ihanetin savaşından galip gelen aşk mıdır hep? neden üstün aşk ihanetten? haini affettiğinde, aslında belki de en büyük ihaneti kendine etmiş olmuyor musun sen? seninki ihanet olmasa bile yüreğinin beynine yaptığı ihanet değil mi düpedüz? aşık olan yürek, hain de değil mi aynı zamanda? affedense beynin değil mi? değil. sana göre affeden de beynin değil. yüreğin affeden. öyle olmasa kendine ettiğin ihaneti ne masum kılacak gözünde söylesene!"
21
Mert 18 yaşındaydı ve üniversiteyi kazandığında, her tarafın metallica'nin whiskey in the jar klibindeki gibi ağza viski akıtmalı, bol seks dönen koko çekmeli hardcore parti kaynadığını düşünüyordu. "Bunlar hep poser kanka, kurban ney akü?" Heill metall!" Diye bağırmak istiyordu ama olmuyordu. Vizelerde finallerde hep sıçıyordu mert. Kantinde belki hatun düşürürüm diye takılıyordu. Ruhi Çenet sakalı bırakıp deri bileklik bile almıştı. Ama Ne yaparsa yapsın olmuyordu. Artık her şeyi akışına bırakmıştı ve sosyalist olmuştu. Artık yoldaş zilan'lar ve rojda'larla takılıyordu. Ne istemişti ne olmuştu mert. Artık akraba kısmısının 'beynamaz, abdestsiz' dediği ergen protatipine bürünmüştü mert. Bu hayatı mert mi seçmişti?
22
Deniz uyumadan önce kurduğu güzel hayallerin hipnotik etkisi altında derin bir uykuya daldı. Uyandığında (nerede uyandığında? gerçek hayat mı yoksa rüyada mı?) önünde bir zombi sürüsü, onların önlerinde ise bir grup insan ilerideki nehire doğru kaçıyorlardı. Deniz kendinden emin adımlarla gittikçe hızlanarak zombi sürüsünün üstüne koşmaya başladı. Aralarına daldığı vakit birkaç tanesini itebilse bile zombilerin arasında kayboldu, sonra tekrar ortaya çıktı. Bedeni yara bere içinde kalmıştı. Kahraman olma isteği onu sona yaklaştırmıştı. Sonra o da diğerleri gibi nehire koşmaya başladı, hala enerjisi yerinde olduğu için diğerlerine yetişti. Bir de ne görsün diğerleri de aynı şekilde yara bere içindeydi. Hep birlikte nehire atladılar ve nehir onları denize ulaştırdı. Sonra iyileştiler tekrar ayağa kalktılar ve zombi sürüsünün oraya doğru koştular. Uzaktan bir insan onlara bakıyordu, onlardan güç almıştı ve o tek başına zombi sürüsünün arasına daldı, çıktığında yara bere içindeydi bizimkilere doğru koştu ve deniz gibi o da şaşırdı, herkes yara bere içindeydi. Sonunda hep birlikte nehire atladılar...
Bazı mesajlar vermeye çalışmış olabilirim. :)
23
Bir gün bir kadın varmış durakta otobüs bekliyormuş canı sıkılmış bari bir sigara yakayım demiş sigarayı tam yakmış otobüs gelmiş.
24
Ne Mahmure ellerinde kitaplarla köşeyi dönerken genç adamı, ne de genç adam onu fark ediyor ve çarpışıyorlar. Mahmure mahmur bakışlarını yavaşça yukarı kaldırıp anın şokuyla genç adamın yüzüne bile bakmadan çığırıyor: nereden çıktın sen be?!
Boybilibır bir badboy olan Berkesu dudaklarındaki cuğarayı parmaklarına alıp bayık bakışları eşliğinde pis pis sırıtıyor.
"Annemin rahminden, detayları duymak istemezsin."
Mahmure cümleyi anlamlandırmak yerine berkesu'nun yüzüne odaklandığı için tepki bile veremiyor. Tanırısı; bu küpeli, piercingli, dağınık saçlı, dizi yırtık pantolonlu, harley botlu, kolları gül dövmeli, esmer çakışma makinesi de neyin nesiydi?
Berkesu mahmure'nin yiyici bakışları karşısında gözlerini devirip ellerini ceplerine sokuyor. Lanet olası havalı bir badboy olduğu için kitaplara uzanmaya yeltenmiyor bile.
"Topla döküntülerini, yolumu kapatıyorsun."
Mahmure içinden 'aman tanrım, ne kadar da ağzıma sıçan havalı bir erkek.' diye geçirerek yere çömelip kitaplarını toplamaya başlıyor. Hüzünlü bir ponçik, kötü çocuk derken fark ediyor ki 'sen 17 yaşımsın' kitabı tam da berkesu'nun ayakları dibinde. Bunun bir işaret olduğundan emin bir şekilde kalbi pıt pıt atarak ayağa kalkıyor ve Berkesu'ya haldır haldır bir bakış atıyor. Ulu orta erkeklerle konuşmayan gizli yiyicilerden olduğu için hafif omzuna çarparak ilerliyor.
Mendili olmadığı için çantasından söktüğü gül emocili rozetini çaktırmadan yere düşürerek...
25
sabah uyandığında gördükleri karşısında şok olmuştu. bugüne kadar hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. ne yapacağımı şaşırmış bir halde anlamsızca önünde duran şeye bakıyordu. ne yapacaktı peki bundan sonra ilk defa eşi ona kahvaltı hazırlayıp yatağına getirmişti.
hikâyenin devamı gelecek.
↑